Merakınız varsa, sahafları geziyorsanız, er ya da geç asırlık kartpostallara rastlarsınız, İstanbul manzaraları, esnaflar, askerler, kadınlar, işçiler ve gündelik hayattan ilginç resimler görürsünüz. Önce tarihi detaylar ilginizi çeker, sonra daha düşük bir ihtimal ama o kartlardaki fotoğrafları kimin çektiğini düşünürsünüz. Öyle ya, adı sanı ekseriyetle belli olmayan birileri akletmiş, azmetmiş, makinesiyle ter dökmüş, binlerce insanı fotoğraflamıştır.
Fotoğraf, teknolojik bir keşif olduğundan, büyük ticaret şehirlerinde, başkentlerde belirmiş, ilk ustalar el verdikçe, ticari imkânlar çoğaldıkça başka şehirlere, taşraya yayılmıştır. İlk fotoğrafçılarımız, doğal olarak yabancı dil bilenler arasından, frankofon kültürle yetişmiş Rum ve Ermenilerden çıkıyor. Fotoğrafı bir tür sihirbazlık gösterisi gibi sunmalarına bakılırsa çığırtkanlarla, eni konu teatral bir havada, başından sonuna değin ürünün ortaya çıkışını anlatarak resim sattıkları anlaşılıyor. Hatıratlara göre öğlen namazından sonra başlayıp yatsıya kadar pazar yerinde, limanda, kalabalık bir cadde köşesinde konuşlanıp seyyar esnaf gibi fotoğraf çekip satıyorlar. Merak uyandırdıkları, iyi kazandıkları, fotoğrafın bir arzu nesnesine dönüşmesiyle birlikte o seyyar satıcıların dükkanlar, stüdyolar açtıkları, gün be gün işleri büyüttükleri de biliniyor.
Gülderen Bölük, Fotoğrafın Serüveni’nde bu stüdyoları temel alarak sahiden çok başarılı bir döküm yapmış. Bu türden çalışmaların zorluğu şudur: fotoğraf her eve, her aileye girse ve önemsense de fotoğrafçı, makinenin kendisi sanılan, en iyi ihtimalle zanaatkar sayılan, herhangi biridir. Kim olduğunun zerre önemi yoktur, yaptığı işin karşılığını zaten madden alıyordur o kadar. Oysa fotoğrafçılar, hele yüz küsur yıl önce gazeteci, sinemacı, arşivci, tasarımcı ve ressamdılar. Bölük, hakkını teslim edelim, bir tür arkeolojik kazı yapmış, stüdyoları, fotoğrafçıları, fotoğrafları bulmuş.
Bölük’ün kitabı şu bakımdan da çok ilginç: fotoğraf tarihiyle ilgili ayrıntılar anlatıyor, literatürü derleyip toparlıyor ama asıl, bir estetiği, dönemler arası değişen fotoğraf güzelliğini ve “yeni olanı” göstermeyi başarıyor. Seyyar fotoğrafçıları (alaminüt fotoğrafları), kartpostalları, basına servis edilen resimleri ve bazen saraya kadar gidilerek çekilen özel çalışmalarla bir gelişim süreci betimlense de kitap bir noktadan sonra stüdyoların ticarileştirdiği estetik anlayışı kategoriler halinde anlatmaya başlıyor ve asıl gücünü o geniş kısımda buluyor. Stüdyo fotoğrafçılığı bugün yok olma raddesine geldiği için iyi hatırlanmayabilir ama eskiden, çok değil çeyrek asır önce, insanlar hatıra olması için bu tür stüdyolara rağbet ediyor, çeşitli manzara resimlerinin ve aksesuarların önünde tek tek ya da topluca fotoğraf çektiriyordu. Fotoğrafın güzelliğini belirleyen hayati unsurlar, fon resimleri, kıyafetler ve az bulunur aksesuarlar ya da teatral dekorlardı. Oyuncak atlara, bisikletlere, deniz ve dağ manzaralarına sık rastlanıyordu. Günümüzde yeni evli çiftlerin stüdyoda çekilen düğün fotoğrafları, aynı geleneğin bir biçimde sürdüğünü gösteriyor.
Fotoğraflardaki fon resimlerinin ve diğer dekoratif unsurların seçiminin bir döneme özgü olması, o dönemin popüler tercihlerine göre istiflenmesi, zamanın ruhu diye bir şey varsa onu yansıtması, tarihi ve toplumu anlatması nedeniyle dikkatle incelenmeyi gerektiriyor. Eski fotoğraf deyip geçmemeli. Fotoğraflardaki popüler tercihleri tanımlarken bir güzellik piramidinden ve mutlaka yukarıdan aşağıya, tabana doğru gittikçe yaygınlaşan bir moda hiyerarşisinden söz etmek mümkün. Örneğin İstanbul’da stüdyolar, esasen Fransızları taklit etmekle birlikte taşraya model oluyor ve taşrada her taklit edildiğinde hem nitelik kaybına uğruyor hem de -çöreklendiği şehre göre- yerelleşiyordu. Uzun yıllar lokanta ve kıraathane duvarlarında gördüğümüz resimler, fotoğrafçılara fon olan manzaralar, ferforjeler, iptidai dekorlar, orijinallikten kitsch’e doğru çeşitlenen sanat ve tasarım algısının farklı örnekleri elbette.
İlk fotoğrafçıların rötuş ve renk atmalarından dolayı kendilerini bir tür ressam saymaları, kendilerini sanatçı sayarken bu yönlerine atıfta bulunmaları garip gelmemeli. Stüdyo fotoğraflarındaki resimsilik, o yıllar için, itibar getiren bir olmazsa olmaz hatta. Biraz resimle rekabet etmek biraz da onu taklit etmek var işin içinde. Fotoğraflar albenili, saklanmaya değer ve göz alıcı olsun diye kenar süslemeleri olan vinyetli kartlara basılırken bir tür sanat iddiası ve gösterisi de yapılıyor.
Kitaptaki ilginç resim ve ayrıntılar arasında ben en çok hazır kıyafetlerle kurulan mizansenlerden etkilendim. İnsanların stüdyolara girip, normalde giymeyecekleri -geniş anlamıyla fantezi- kıyafetler seçerek fotoğraflar çektirmeleri bana oldum olası ilginç gelir. Yaşadığımız, teşhire ve görselliğe-görünmeye, selfielere dayanan kültürün köklerini belki o günlerde bulabiliriz, seksen doksan yıl önce insanların köylü, asker, efe, çingene, polis, kabadayı gibi hazır kostümleri giymeleri o kadar da tuhaf değil belki de. Heyecanlandıkları, eğlenceli buldukları, tecrübe etmek istedikleri anlaşılıyor. Başka biri olmak istiyorlar. Beyfendiği vurgulasın diye ele tutuşturulan şapkaları, bastonları ya da tüttürülen sigaraları düşünün hepsi bir his katıyor fotoğrafa. Benim çocukluğumda, yetmişli yıllarda,geniş yakalı dar kesimli gömlekler, İspanyol paça pantolonlarla genç erkekler ellerini bellerine dayayarak fotoğraf çektirirlerdi, öncesinde böyle bir poz yok örneğin, resimlerde ellerin bile nasıl duracağı yıllara göre değişiyor.
Hasılı, enteresan kitap Fotoğrafın Serüveni, ilham verici, düşündüren fotoğraflar ve mizansenler içeriyor. Kitabı incelerken zamanın ve zevklerin değiştiğini, fotoğrafın yaygınlaştığını, sinema gibi daha popüler mecralardan beslendiğini, onu nasıl taklit ettiğini izleyebiliyorsunuz. Görsel kültürle ilgilenen herkesin ilgisini çekecek bir kitap.
Radikal Kitap 4.7.2014