Keçilerin Ruhları – Bulut Tar


 Keçilerin konuştuğunu iddia eden köylünün deli damgası yemesi gecikmedi. Fakat köylü bunlara aldırmayacak kadar dehşetle yüklüydü. Tutarsız hareketleri vardı ama bunlar o inanılmaz olaya tanık olduktan sonra başlamıştı. Dar kafalı ve batıl inançlı biriydi. Din konusundaki tutuculuğu ise inanılmazdı. Ama inancının tükendiği an o andı, keçilerin konuştuğu an. Bir süre kendini hayal gördüğüne inandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Keçilerin söylediği o dehşetengiz sözler beynine hiç çıkmamacasına kazınmıştı. Beyninden de silinmiyordu, kâbuslarından da. Her gece aynı rüya iki keçinin sohbeti.

Dua okumanın kar etmediğini anlamıştı. Ağzı kanla kaplı olan bir keçinin anlattıklarını hangi dua silebilirdi. Çenesinden ve keçi sakalından ağır ağır damlayan o koyu kanın görüntüsünü hangi din unutturabilirdi. O habis çehresindeki hazzı, konuşmasındaki bilgeliği, insanın kanını donduracak cümleleri unutması imkânsızdı. Saf korkunun nasıl bir şey olduğunu yeni yeni anlıyordu. Dehşetin hüküm sürdüğü bir bedende yaşamak ona ölümden daha beter gelmişti.

Birisine atmazsa delireceğini düşündü ve karısına anlattı. Fakat kadın olup biteni anlayamayacak kadar saftı. Hiç bir yorumda bulunmadı, ocaktaki yemeği karıştırıp adamın çökmüş suratına kaçamak bir bakış attı o kadar. Ona inanmamıştı bile.

Arkadaşlarından birine anlatması ise en büyük hatası oldu. Bütün köyde adı deli diye anılmaya başladı çünkü. Her evde, her sohbette onun deliliği konuşuldu. Keçiler, keçiler, keçiler beynini kemiren kurtçuklar gibiydiler. Zihninde, beyninde, bedeninde ve hafızasında geri dönülmesi imkânsız izler bırakmışlardı. Cennete gitmeyi arzulayan bir adamın dinini çalmışlardı.

Artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Keçilerin anlattığı o insanlık dışı ve her harfinden dehşet fışkıran maskaralığı tüm ayrıntılarıyla bir kâğıda yazdı. Kâğıdı uyuyan karısının yanına bırakıp babasından kalma eski silahı aldı.

Evden çıktığında ayaklarının onu götürdüğü yer keçileri gördüğü Tebao dağının eteğiydi. Ay ışığının donukluğu altında bomboş kırlara tırmandı. Bir deliye yakışır cesaretiyle ilerledi karanlığın dehşetine. Siyah onu yuttu, yıldızlar ona göz kırptı ama o hiç fark etmedi. Giderek kayboldu dağın eteğinde. Kendini ılık rüzgâra ve gecenin sonsuz karanlığına bıraktı. Uzaklardan gelen silah sesi ise köyde kimsenin dikkatini çekmedi.

Kadın sabah uyanıp kocasını yanında göremeyince telaşlandı. Birkaç kere adını seslenip, evin içinde turladıktan sonra yatağın üzerindeki sarı kâğıdı gördü. Gevrek kağıda yavaşça uzandı ve ölümden bile eski kadim dehşetler, küçük yatak odasına yırtık sayfanın içindeki çirkin el yazısından zıpladı.

            “Kekik toplamaya çıkmıştım. Güneşin doğmasına yakın köyden ayrıldım. Tebao’ya vardığımda doğu güneşle aydınlanmıştı. O cehennem tohumlarını önce uzaktan gördüm. Aldırmadım. Köy yerinde iki keçiye kim aldırır. Fakat yaklaştıkça beyaz olanın ağzındaki kanı gördüm. Kafasının yarısı kırmızıya boyanmıştı. Siyah keçi de ona yaklaşmış koklayarak bu kırmızılığı keşfediyordu. Biraz daha yaklaşıp bir kayanın arkasına saklandım. Keçileri buradan görebiliyordum. Bu kapı deliğinden cehennemi gözlemek gibiydi. Konuşma sesleri duydum. Tanrı beni affetsin, o iki şeytanın konuştuğu her şeyi yazıyorum. Yazmak zorundayım. Bu gerçekle yaşamak çok zor:

             “Ottan daha lezzetli şeyler var” dedi beyaz keçi ağzındaki pıhtılaşmış kanı yalayarak.

“Neymiş ki onlar?” diye sordu öteki keçi.

“Daha sıcak ve daha ıslak bir şey, her şeyden daha lezzetli”

Öteki keçi şaşırmış bir ifadeyle baktı. O çirkin suratında şaşkınlık vardı. Tanrım bu bile delirmek için yeterli bir sebepti.

“Ben de yemek istiyorum” dedi simsiyah tüylerinin arasından çıkan kulaklarını sallayarak.

“Düşünebiliyor musun?” dedi beyaz keçi “Bir ısırıktan sonra ağzına dolan ılık kanın lezzetini, verdiği hazzı. Kan içip et yemek gibisi var mı?”

Ötekinin gözleri şevkle dolmuştu. Yemek istiyordu, et yemek istiyordu. Yeşil otlar bütün cazibesini kaybetmişti. Bir sığır yemek her şeyin önüne geçmişti onun için.

“Bir sığır bulalım veya bir kuzu, koyun…”

Beyaz keçinin yüzünde bir gülümseme belirdi. ”Ben dünyadaki en lezzetli eti yedim” dedi. Ağzındaki kanı o kadar çok yalıyordu ki artık eski rengine dönmeye başlamıştı çenesi.

“Peki, onun adı ne?” ağzından salyalar akıyordu.

“İki heceli basit bir kelime” dedi tüm algıların ötesinde, cehennemden gelen kısık ve sinsi bir kahkaha atarak.

Yavaş yavaş anlıyordu siyah keçi ama düşüncelerini beyaz keçi böldü.

“İnsan” dedi. Gözündeki parıltı asla unutulmayacak bir deneyimdi. “Onun lezzeti hiçbir şeyde yok kanın sıcaklığı, etinin tadı, karnından bir ısırık aldın mı ne dediğimi çok iyi anlayacaksın.”

İki keçinin de bakışları tiksinti uyandırıcıydı. Saklandığım yerde beni görürlerse başıma neler geleceğini düşündüm. Bağırsaklarımın o hayvanların ağzında bir sakız gibi çiğnendiğini… Şimdi bile kanım çekiliyor bunları düşündükçe. Siyah keçi iyice açtı gözlerini ve;

“İnsan bulalım. Ilık et istiyorum” dedi.

“Sabırlı olmalısın, sana bir sır vereyim; gece hayal kurulmaz, gece yaşanır. Gökyüzüne bak.” Baktı. “Çok aydınlık dimi? Bize yıldızların ışığı yeter, bize gece lazım o yüzden ılık etin hayalini kur, tabi geceye kadar.”

Siyah keçi hiç durmayacakmış gibi tekrarlamaya başladı “Gece hayal kurulmaz gece yaşanır, gece hayal kurul…”.

“Çenemdeki kan insan kanıydı” diye kesti onu beyaz keçi. Siyah dikkatini beyazın pembeleşmiş çenesine verdi ama hala sessiz bir şekilde tekrarlıyordu “Gece hayal…”.

“Eti güneş yükselirken yediğim için hala buradayım ama gece farklıdır, gece büyülüdür, gece değiştirir…”

Yorgun bedenim bu işkenceye daha fazla dayanamadı. Gözümün önüne inen simsiyah perde bayıldığımın göstergesiydi. Uyanıp köye döndüğümde ise tamamen değiştiğim bir gerçekti.”

Yazdıkları bu kadardı. Komsularına giden kadını kocan zaten deliydi deyip teselli ettiler. Kadın yine tepkisizdi -onlara da inanmamıştı- boş boş baktı komşularına tıpkı kocasına baktığı gibi.

Beyni dağılmış bir şekilde yerde yatan adamın şakağından akan kanlar ay ışığı altında simsiyah gözüküyordu. Adam kırk yıl boyunca yaşamış olduğu bedenine baktı.  Cansız bir et yığını, gördüğü sadece buydu şimdi. Hala kendine tam olarak ne olduğunu anlayamamıştı. Hiçbir zaman ölümün böyle basit bir şey olduğunu düşünmemişti. Daha şatafatlı ve daha debdebeli bir sahne canlanırdı aklında ölüm deyince hep. Başka bir dünya, tek bildiği buydu. Zaten bunun için öldürmüştü kendini, ürkünç anılarının yatağı olan bu dünyadan kurtulup yeni bir dünyanın gizemine yelken açmak için. Ne kadar inancını yitirmiş görünse de yine de hep aklının bir köşesinde cennet vardı. Mermi beynin sıcaklığına dalınca kendini cennetin bahçelerinde bulacağını sandı ama etrafına baktığında gördüğü yer Tebao Dağı’nın boş ve ıssız kırlarıydı. Kendini adlandırmaya çalıştı.

“Ben ruhum” dedi kendi kendine “gecenin dipsiz karanlığında kol gezebilir bir zıplamayla aya gidebilirim” diye düşündü fakat hareket edemediğini anlayınca düş kırıklığıyla etrafını süzdü. Dağın aşağı taraflarına bakınca sanki yuvarlanarak gelen beyaz bir şey gördü. Yaklaştıkça boynuzlarını ve ağzından sarkan sulu dilini seçti. Yanındaki siyah keçiyi de görünce “keçiler!” diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Ölüler konuşmazdı çünkü. Her saniye daha da yaklaşıyorlardı. Nasılda şevkle koşturuyorlardı o et yığınına.

Kana susamış iki keçi sonunda cesedin yanına geldiler. Adamın beyninden akan kanı çorba gibi içtiler. Siyah keçi denemek için sabırsızlandığı şeyi yaptı ve adamın karnında hatırı sayılır bir yarık açtı ağzıyla. Adamın ruhu ölü bedeninin yenilmesini seyretti. Karaciğerinin keçilerin boğazından geçişini, bağırsaklarının sakız gibi çiğnenmesini. Keçileri dikkatlice izledi. Onlar değişiyordu. Önce postları kabarmaya başladı o kadar şiştiler ki derileri yırtıldı ve saniyeler içerisinde bütün postları kıpkırmızı oldu. Gözleri ıstıraptan veya zevkten dört dönüyorlardı, sanki yuvalarından çıkmak istermiş gibi. Boynuzları uzamaya başladı kafalarındaki ikişer boynuz hızla uzarken vücutlarını çeşitli yerlerinde yeni boynuzlar çıkmaya başladı, şakaklarından, kollarından, birinin karnından -en az on tane- boynuzlar türedi tıpkı dişi bir köpeğin memeleri gibi. Tanrım bu manzara nasıl anlatılır ki, bacakları parçalandı yerine bacak diyemeyeceğim yeni tiksinç uzuvlar türedi. Her birinden kan damlayan bacaklar yüzlerceydi ve yeni doğmuş bir bebeğin bacakları gibi oynuyorlardı. Akıl ve mantığın çok ötesindeydi bu korkunç görüntü. Ama ruhun izlemekten başka seçeneği yoktu. Olmayan gözleriyle bu maskaralığı izlemek zorundaydı. İzledikçe dehşetin basamaklarını daha da hızlı tırmanıyordu ama işkencesi bitmemişti. Daha çıkacak basamakları vardı. Ucubelerin gözleri birer kan çanağına dönüştü. Boyunları boğum boğum oldu. Beyaz olanın kafatası parçalandı. Tanrım! İçinden çıkan koyu kan ve beyin parçacıkları çimenlerin üstüne saçıldı. Beyninin olduğu yerden yeni bir uzuv çıkıyordu şimdi, filiz veren bir çiçek gibi. Ruh eğer bir midem olsaydı mutlaka kusardım diye düşündü. Keçiler -keçi mi?- değişmeye devam ediyordu. Ruh ağızlarına dikkat etti o dişleri jilet gibi keskinleşip büyüyorlardı. O kadar büyüdüler ki ağızları kapanamadı. Şimdi iki keçi değil iki iblistiler, birer cehennem zebanisi. Ruh onları kayıtsızca seyretti. Yaratıklar bedenini yemeye devam ediyorlardı. Birinin -artık ayrıt etmek güçtü- burnunu koparması iyice tanınmaz hale gelmesine sebep oldu. Ruh dayanma gücünü yitirdi ve teslim oldu. Ruhunu teslim etmek ona yepyeni kapılar açtı, ışıkların ve evrenin ötesinde kapıları ama dönüp dolaşıp geleceği yer belliydi. Evet, kesinlikle belliydi.

         Sabah şafağın sökmesiyle kırlarda koşturdu. Biraz bulanık görüyordu ve dört ayaküstünde yürümek ona biraz zor gelmişti ama alışıyordu. Hem kendisine vaat edilen bacaklarıyla daha da hızlanacaktı. Bunu biliyordu çünkü öyle söylenmişti. Tebao dağının yakınlarında biraz ot yedi ama ne istediğini çok iyi biliyordu. İnsan eti ve insan kanıydı ebedi yaşamın anahtarı. Ne dendiğini çok iyi hatırlıyordu.

         “Kanı hisset damağında kör olana kadar iç onu ve ye eti. Bil ki gözlerin değiştiğinde o ıstırap çukurunu bir daha görmeyeceksin. Yenilensin vücudun, değişsin şeklin. Sonsuzluk için ye ve iç, ye ve iç, ye ve…”

         Yiyecekti ve içecekti elbet. O zaman ebedi bedeniyle cehennemin dokuzuncu kapısından girecek, delilik ve dehşetle sonsuza kadar yaşayacaktı. Ama daha değil. Daha bu nefret ettiği ıstırap çukuruyla işi bitmemişti. Daha kör olana kadar kan içmemişti. Hikâyesinin bittiğini sandığı yerde her şey daha yeni başlamıştı. Bir keçiydi artık. Gördüğü o keçiler gibi sadece bir keçi.

         Kadının bütün köyü ayağa kaldırmak için gerçekten iyi bir sebebi vardı. Kocası o garip notu bıraktıktan sonra bir daha eve uğramamıştı. Bu yalnızlık demekti ve o yalnızlığa asla dayanamazdı, tıpkı karanlıkta yalnız kalamadığı gibi. Karanlık, evet, bundan korkardı. Önce yan komşusuna, ardından teker teker bütün komşularına gitti. Bütün erkeklere yalvardı kocasını bulmaları için. Fakat hiç biri ona yardıma yanaşmadılar. 

         Keçi konuşamıyordu ama içinden sürekli “ye ve iç, ye ve iç, ye ve…” diye tekrarlıyordu, şu an yaşamasının tek sebebi buymuş gibi. Yakında konuşacaktı öteki keçiler gibi ve o zaman içinden değil, haykırarak söyleyecekti bu şeyi -dua mıydı yoksa emir miydi “ye ve iç” dediği?-. İnsan olan tarafından geriye küçücük insan kırıntıları kalmıştı. Neredeyse tam bir keçiydi artık, insanlıktan bir haber dört ayaklı bir şey. Güneş bayağı yükselmişti. Sıcak postunu ısıttı. Öğlen sıcağının altında güneş banyosu yaptı ama onun içten içe istediği kan banyosu yapmaktı. Nasıl olursa olsun kendi kanı da olurdu, yıkanmak ve kıpkırmızı olmaktı isteği, arada da duşun renkli suyundan içmek… Sırf dışını değil içini de kızartmak için, midesini kırmızıya boyamak için ve tabii ruhunu da. Tebao dağının eteklerindeki boş kırların üzerinde ilerledi -sanki bunu daha önce de yapmıştı-. Kendine bol güneş alan bir yer seçti ve oturdu. Ardından kan banyosunu düşündü, et yemeyi, kan içmeyi ve değişmeyi… Bir keçi gibi düşündü, dümdüz ve vahşice…

         Kadın komşularına küfürler ederek evine döndü. Kendisine çay yapıp biraz sakin düşünmeye çalıştı ama olmuyordu. Öfke, korku, endişe, hepsi mevcuttu sakinleştirmeye çalıştığı düşüncelerinde. Akıllı biri değildi ama kocasına yardım etmek istiyordu hatta tek düşüncesi buydu: Onu bulmak ve evine getirmek. “Nereye gitmişti?”, bu soru kafasını öyle kurcalıyordu ki artık beyni zonklamaya başlamıştı. Başını iki elinin arasına aldı ardından avuçlarıyla şakaklarına bastırdı. Bu onu biraz olsun rahatlattı ve zonklayan beynini yatıştırdı. Sakinleşti ve sakinleştikçe onu terk eden mantığı yeniden misafiri oldu. Kendini esir alan bütün düşüncelerden kısmen de olsa kurtuldu ve mantıklı düşündü. Hemen yatak odasına gitti ve kocasının aceleyle defterden kopardığı ve eciş bücüş yazılarla doldurduğu -ona göre saçmalıklarla dolu- o tahribatı üzerinde dehşeti ise içinde bulunduran kâğıdı aldı ve yeni baştan okudu. Bunları tekrar okursa nereye gittiğini öğrenebileceğini umdu kocasının. Fakat orada yazanlar düzmeceydi onun için. Aklının ulaşamadığı konulara inanmazdı çünkü o. Annesi onu öyle yetiştirmişti; “Görmeden inanma”. Bu annesinin en gözde sözüydü. Fakat o yine de tekrar tekrar okudu kâğıdı ama düşüncesi değişmedi çünkü görmediği hiçbir şeye inanmazdı -yoksa inanır mıydı?- o, tıpkı annesinin tembihlediği gibi. Kâğıdı koltuğun üzerine bırakıp mutfağa gitti. Çay demlenmişti. Kendine koyu bir çay koydu ve salona gitti. Günün son ışıkları pencereden içeri doluyordu. Güneşin batışını izlemenin iyi bir fikir olduğunu düşündü. Perdeyi açtı, çayını denizliğe koydu, ardından gün batımının büyülü manzarasında kocasının anlattığı keçileri düşündü. O insan yemek için yanıp tutuşan keçileri canlandırmaya çalıştı aklında, turuncuya çalan güneş yüzünü ısıtırken.

         İşte korku onu bu zayıf anında yakaladı, bir anda, aniden. Baştan aşağıya ürperdi.

         “Her şeyi görmek gerekli mi?” diye sordu kendi kendine. “Düşünmek yetmez mi bazen?”

         Annesinin küçükken sözleriyle ve düşünceleriyle taktığı at gözlüğünü yavaş yavaş çıkarıyordu. Şimdi ne mi görüyordu? Saf korkuyu, el değmemiş hayvani korkuyu. Korku insana her şeyi yaptırabilirdi. Öyle ki kendi kendine konuşmaya başlamıştı farkında olmadan.

         “Rüzgârı göremiyorum ama hissediyorum, ya korku; onu da göremiyorum ama her hücremde var olduğunu biliyorum.” Korku onun kaldıramayacağı bir yüktü. Boş gözlerle camdan bakmayı sürdürdü. Güneş artık batmıştı. Etraf o iğrenç kül rengine boyanmıştı güneş yok olduğu anda ama onun havayla işi yoktu.

         “O kâğıtta yazanlar…” dedi, sesi sakin ve bir o kadar da monotondu. “Daha önce de bana bahsettiği o keçiler…”. Sesi titremeye başlamıştı ama çok hafif, belli belirsiz.  Şimdi sıra keçilerle yüzleşmeye gelmişti. Zihni karanlık dehlizlerden geçiyordu. İlerledikçe sorular soruluyordu ona -zihnine-, tedirgin edici ve yabanıl bir sesten:

         “Keçiler gerçek mi, hayal mi?” Zihninin sesiydi bu. Kadın o anda kendisiyle çelişen bir insandı hepsi bu, dipsiz düşünce dehlizlerinde dolaşan şaşkın ve korku dolu bir yabancı… Korku annesinin ona öğretmediği bir şeydi ama şimdi öğrenmediği şey onu avucunda tutuyordu. Artık sesi bariz bir şekilde titriyordu.

          “Ağzı kanla kaplı olan beyaz keçi ve siyah keçi…” Bir an duraksadı. Sonra zangır zangır titremeye başladı çünkü en kötü ihtimali aklına getirmişti. Birden bire ve dolaysız şekilde ziyaret etmişti onu en habis düşünce. “Keçiler gerçek!” diyerek çığlığı bastı. “O iğrenç keçiler gerçek”. Tiz çığlıkları azalırken ağlamaya başlamıştı birden bire, hıçkırıklara boğuldu o ürkünç keçiler zihninde gezindikçe. Ne kocası anlattığında anlamıştı, ne de kâğıttakileri okuyunca. Uydurma şeyler olarak düşünmüştü hep -kocası kaybolduğun da bile-, doğaüstünü hiç hesaba katmazdı, çünkü o korkunun ulağıydı -annesi hep öyle derdi.

         Artık neredeyse akşam oluyordu. Bir ruh gibiydi. Camdan ayrıldı ve yarı karanlık salona döndü. Karanlıktan korkardı ama şimdi görmüyordu karanlığı. Kanepeye oturdu, ardından bir deli gibi tek bir noktaya bakmaya başladı. O eski yırtık defter kâğıdına gözünü ayırmadan baktı, sanki tek onu görüyormuş gibi. Kanepeye gömüldü ve ardından bir düşünceler denizine daldı. Göz kapakları ağırlaştı, içindekini örttü ama o hala kâğıdı görüyordu, bir kör kuyunun içindeki sarımsı pis bir leke gibi. Bir süre sonra o leke de kayboldu ve kendini dipsiz, geri dönülmez bir karanlıkta buldu. Uyku ilaç gibiydi, bir de kâbuslar olmasa.

         Güneş battıktan sonra dışarıda karanlık kol gezmeye başladı ve tabii karanlığa ait olanlar da. Keçi de bunlardan biri gibi hissediyordu kendini, gecenin içinde huzuru bulan karanlık düşkünü o şeyler gibi; karanlığa ait olanlar.

         Gündüz miskindi, şiddet sadece düşüncelerinde vardı ama şimdi vücudunda dolaşıyordu, onu dürtüyor, içini kemiriyordu. Bir hastalık gibi dolaşıyordu kanında; zevk veren bir hastalık. Karanlık onu canlandıran tekinsiz bir iksirdi sanki. Arzularını dizginleyemiyor, uçlarda düşünüyordu. Gerçekleştirilmeyi bekleyen kanla yıkanmış ve dehşetle sarmalanmış düşünceler seli dolaşıyordu beyninde. Kandan bir şelale geçti aklından ama şu anda aklından geçirmek yetmezdi ona. Görmeliydi, kanlar dökülen o şelaleyi görmeliydi. Gece hayal kurulmazdı. Gece yaşanırdı. Bu kanlı düşlerini biraz olsun bozan arkasındaki sürtünme sesi oldu. Hafif bir hışırtı, sadece bu… Keçi arkasına döndü. Bir şey göremedi, bir şey görmeyi ummuyordu zaten. Görmeyi umduğu tek şey şelaleydi, kızıl bir şelale. Yine otlardan çok kısık hışırtılar geldi. Dikkatle baktı ve bu sefer otların arasındaki sesin kaynağını buldu.

         Küçük bir tavşan, hepsi buydu. Keçi önündeki tavşanı görünce kan dökme arzusuyla hemen saldırdı. Fakat tavşan hızlıydı, ilk denemesinde yakalayamadı ama devam etti. Kan görme isteği şiddetle artıyordu. Tavşan kaçtıkça sapık bir katil gibi izliyordu onu, yakalayınca neler yapacağını düşünüyordu sadistçe. Keçi zevkten veya yorgunluktan garip sesler çıkararak iz sürmeye devam etti. Tavşan dağın güvenli karanlığına doğru koşuyordu. Korkudan içi titriyordu. Şimdi kurtulsa bile korkudan ölecekti. Ölüm onun için kaçınılmazdı, öyle ya da böyle sonu buydu. Ama tavşan bunu bilmiyordu, hala kaçmak ve kurtulmaktı amacı. Bulduğu ilk yere sakladı küçük bedenini. Keçi, tavşanı gözleriyle izledi ve yan yana duran iki dar kayanın arasına girdiğini gördü. Yavaş adımlarla ilerledi kurbanına. Acele etmeden yaklaştı iki kayanın arasına. Tavşan kayanın arasında korkunun bin bir türlüsünü yaşıyordu. Şiddetle titreyerek ölümün ayak seslerini dinledi. Ölüm yaklaştı ve kayaların önünde durdu. Keçi ağzıyla bir hamlede tavşanı tuttu ve saklandığı yerden çıkardı. Nasıl da titriyordu ağzında. Nasıl da zevk veriyordu bu ona, kanının akışını bile hissedebiliyordu dişleriyle sıkarsa. Aniden yere bıraktı tavşanı ve üzerine eğildi.  Tavşan hiç direnmeden bekledi, ardından şiddete açlık duyan keçi bir diş darbesiyle ikiye böldü boğazını o küçük, tüylü hayvanın. Kan fışkırdı birden ama keçi kanı ziyan etmek istemiyordu. Hemen ağzıyla tuttu minik cesedi ve hayalini gerçekleştirmek için iki kayanın arasına sıkıştırdı. Kan hayvanın yarılmış boğazından aktı ve iki kayanın arasından süzüldü, tıpkı bir şelale gibi, keçinin bu geceki hayali olan kızıl şelale gibi.

           Karanlık odanın içerisinde bir ölü gibi uyuyan kadın ağzından akan salyanın üzerindeki kazağa kadar ulaştığının farkında bile değildi. Uyku onu bu odadan ve o sarı kâğıttan uzaklaşmıştı ama bambaşka ve yeni bir şeyle karşı karşıya bırakmıştı; bilinmeyenle. Bir rüyanın gizeminde tek başınaydı. Bütün vücudu tepki veriyordu o garip seyahate -rüyaya-. Göz kapaklarının altındaki gözleri kafesteki iki hayvan gibi çırpınıyorlardı. Yüzü terden ıslanmıştı ve açık bıraktığı perdeden içeri giren donuk ay ışığıyla, soluk, hastalıklı bir ışık yayıyordu.

         Aklında dolaşanlar, rüya diye gördüğü şey bir şelaleydi, kendi halinde sakin sakin akan bir şelale. Fakat aklı hayalden hayale uçuyordu. Şelale değişti ve yok oldu. Şimdi gördüğü bir kırdı, uçsuz bucaksız boş bir kır. Ne bir hareket vardı ne bir ses. Hava aydınlıktı. Güneş tam tepedeydi ama ısıtmıyordu. Hafif hafif esen rüzgâr teniyle oyunlar oynuyordu. Tekrar kıra baktı, şimdi uzaklarda bir hareket görüyordu. Ona doğru yürümeye başladı. Gittikçe yaklaşıyordu o şeye. Artık gözleri seçmeye başladı hareket edeni. Bir kuzuydu bu. Kadın yürümeye devam etti. Kuzuyu yakından görmek istiyordu. Kuzu, onun varlığını hissetmişti ve hareket etmeyi aniden bırakmıştı. Ama kadın hala hareketliydi. Sonunda kuzunun yanına gitti ve diz çöktü. Kuzunun kıpırdamadığını fark etmedi bile. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle elini kuzunun postunda gezdirmeye başladı. Tüyleri yumuşaktı ve çok uzundu -uzun mu?- öyle ki bütün eli postun içinde kaybolabiliyordu. Kuzu sıcaktı. Daha derinlere soktukça, elini gıdıklayan garip bir sıcaklık hissediyordu parmak uçlarında. Bu onu daha derinlere inmeye teşvik ediyordu. Bileğine kadar soktu elini. Kuzunun yünü bir karıştan fazla diye düşündü ve daha derinlere indi, aklında hep o vardı zaten, daha derinler.

         Şimdi bileğini de kaplamıştı kuzu. Artık durmayı düşünmüyordu kadın. Elini sokamaya devam etti. Sanki bir havuzdaydı eli, suyu sıcak ve balıklarla dolu bir havuz. Gerçekten balıklar vardı. Kuzunun içinde balıklarla dolu bir havuz vardı. Kolu artık dirseğine kadar girmişti neredeyse. Sıcak havuzda eliyle balık yakalamaya çalışıyordu kadın, hala bozulmayan kocaman gülümsemesiyle. Sonunda bir balığı yakaladı eliyle ve kaçamasın diye de sımsıkı tuttu çocuksu bir heyecanla. Balık sudan daha sıcaktı. Elini karıncalandırıyordu heyecanla kavradığı şey -balık-. Yavaş yavaş çıkartmaya başladı balığını. Onu sahiplenmişti hatta garip, duygusal bir bağ oluşmuştu aralarında, yani kadın öyle hissediyordu, balığın hislerini kim bile bilir? Balık direniyordu, sıcak suyunu bırakmak istemiyordu ama balıkçı inatçıydı. Her seferinde daha kuvvetli çekiyordu kuzunun içindeki masum balığı. Kadın zevk alıyordu yaptığı işten, daha önce hiç balık tutmamıştı. İşte geliyordu, eli o yerden çıkıyordu. Elini çıkarttıkça havuzun suyunun sızdığını hissetti ama bakmadı bile, onun görmek istediği tombul balığıydı. Bileğine kadar çıkarmıştı, biraz daha sabır, sonra balık onundu. Su artık daha fazla akıyordu. Öyle ki görmezden gelemezdi. Göz ucuyla akan suya baktı, ilk dikkatini çeken rengi oldu su, koyu, pis bir kırmızıydı ama içinde balık olduktan sonra suyun renginin ne önemi vardı. Geliyordu, çok az kalmıştı. Kadın son bir kuvvetle asıldı ve balığını yeryüzüne çıkarttı. Önü kesilemez bir heyecanla kıpkırmızı olmuş elindeki karaciğere baktı ve “Güzel balık” dedi mutlulukla. Kan kuzunun içinden oluk oluk akıyordu içindeki gölü yeryüzüne taşımak istercesine. Hiçbir kuzuda bu kadar fazla kan olamazdı. İnanılmaz bir hızla ve yoğunlukla akıyordu kan. Gölünü oluşturuyordu, onu kim durdurabilir ki? Kadın karaciğeri -balığını- yemek için yanıp tutuşuyordu. Elinde karaciğerle yavaş yavaş oluşan bir kan gölünün ortasında duruyor ve elindekini yemek istiyordu, bunda ne gariplik var ki? O yumuşak ve kanlar damlayan iç organı ağzına götürdü. Dişlerini geçirdi ve koparmaya çalıştı. Elinden kaydığı için güzelce tutup yiyemiyordu. Birden etrafına baktı. Şimdi o da kırmızı havuzun içindeydi. Göbeğine kadar girmişti suya. Karaciğeri kemirmeyi sürdürürken kandan göle -yoksa deniz miydi, ya da ırmak mı? Göz alabildiğine kandı her yer- gömülmeye devam ediyordu. Bir akıntı oluştu ve onu alıp götürdü. Balığı elindeydi hala, onu asla bırakmazdı. Akıntı onu sürüklemeye devam ediyordu aheste bir şekilde. Fakat su yavaş yavaş ivme kazanıyordu. Irmak, o kana bata çıka giden kadına bir sürprizi varmış gibi durmadan hızlanıyordu. Sürpriz gerçekten de vardı. Bir şelale, -ırmağın verebileceği en güzel hediyeydi- önünde, az çok beş metre ilerisindeydi. Balığını sıkı tutmalıydı şelaleden aşağı inerken onu kaybetmek istemiyordu. Kırmızı sulu bir şelaleden aşağı dökülmek kulağa hoş geliyordu. Bu da daha önce yapmadığı bir şeydi, tıpkı balık tutmak gibi. Heyecandan çığlık atmaya başladı, dökülmesine çok az kalmıştı. Ve o an gelmişti artık, çığlıkları kesiliverdi birden. Düşmek umduğu gibi değildi. Eğlenemiyordu, korkuyordu. Dipsiz bir kuyuya -yoksa dibi var mıydı?- düşüyordu sanki. Kapkara gölgelerle dolu sonsuz bir deliğe uçuyordu. Dipsiz kuyunun dibinde onu bekleyen biri vardı. Göremese bile varlığının farkındaydı düşerken bile. O kana susamış aç bir keçiydi. 

Kadın, gecenin karanlığa boğduğu salonda çığlık denilemeyecek, boğuk, insanlık dışı bir böğürtü çıkararak uyandı. Birden nerede olduğunu anlayamamıştı. Hala kendini dipsiz bir kuyuda göremediği bir keçiyle yan yana hissediyordu ama bu uzun sürmedi. Kanepede doğrulup derin nefesler aldıktan sonra o dipsiz kuyunun kendi evi olduğunu anladı ama rüyanın etkisi tam geçmiş değildi. Sağ elini öyle sıkmıştı ki artık tırnakları etine gömülmüştü, çünkü o hala balığını tutuyordu. Balığı öylesine hissediyordu ki, ağzında kemirdiği karaciğerin tadı dolaşıyordu hala.  Teni ıslaktı ama o bunu ancak üşüdüğü zaman fark etti. Irmak diye geçirdi aklından, kuzunun hediyesi olan o renkli ırmak… “Şu anda kanla kaplı bir ucubeyim herhalde” deyiverdi bir anda. Bu düşünce kanını dondurdu. Birkaç saniye öylece kaldı ve boş bakışlarla etrafını süzdü. Beyninde sessiz fırtınalar koparken tiz bir çığlık attı, çünkü eski korkak kadın geri dönmüştü. Aynaya bakmak için hemen ayağa kalkmak istedi fakat sözcüklere döktüğü o düşünce onu yerine çiviledi. Kendini kana bulanmış olarak görmek… O buna dayanamazdı. Birkaç dakika kıpırdamadan öylece durdu. Tüm hisleriyle korkuyu yaşıyordu. Karanlık odanın ürpertici görüntüsüyle birlikte gördüğü rüyanın verdiği iğrenç gerginlik altında eziliyordu. Belki kulakları kısık bir ses duyar diye dikkatle dinliyordu etrafı. Farkında olmadan elini boynuna sürdü. Tenindeki o kaygan yapış yapış şey eline bulaştı. Birden doğruldu kanepeden. Eli ıslanınca nedense cesaretlenmişti. Yavaş yavaş ayağa kalkıyordu şimdi, ıslanan elini kullanmadan oturduğu kanepeyi terk ediyordu. Ayağa kalktı ve karanlık odada el yordamıyla ilerlemeye çalıştı. Farkında olmadan evi dinliyordu hala. Salonun öbür ucundaki elektrik düğmesini bulana kadar yürüdü. Eliyle duvarı yoklayıp ışığı yaktı. Salon ışığa boğuldu, yapay bir güneş salon için doğmuştu. Kadın birkaç saniye gözünü açamadı ama yavaş yavaş alışıyordu aydınlığa. Gözlerini kısarak baktı odaya. Hala tam olarak uyum sağlayamamıştı gözleri. Korku ve kuşkuyla bezenmiş ruh haliyle eline baktı yarım açık gözlerle. Fakat elinde hiçbir şey yoktu en ufak bir leke bile. Hemen salondaki büyük boy aynasına koştu -hala evi dinliyordu içten gelen garip bir dürtüden dolayı- ve kendine baktı. Tertemizdi sadece yüzünde ve boynunda yapış yapış insani bir sıvı vardı; ter.       

         Doğu aydınlanmaya başlamıştı. Günün ilk ışıkları süzülüyordu siyah gecenin içine. Ağır ağır çıkan güneş Tebao’nun alt taraflarındaki uçsuz bucaksız kırları aydınlatıyordu. Güneş yükseliyordu her saniye. Boy aynasında kendine bakan kadın buna seviniyordu ama üzülenler de vardı. Hala iki kayanın üzerindeki tavşanın kurumuş kanını seyreden keçi gibi.

          Hayal kurma vakti gelmişti onun için. Hayal kurmak… Keçi için hem eğlenceli hem sıkıcı bir işti. Bu seferki hayali kan banyosu veya bir şelale değildi. Bambaşka bir şey düşlemekteydi. Ağzından bir hırıltı çıktı. Ardından “Nabız” dedi ilkel bir şekilde. İlk defa konuşmuştu. Keçi şaşırdı birden. Konuşmak harika ve bir o kadar da ulaşılmaz bir şeydi onun için ama ulaşmıştı işte. Tekrar denedi “Loş ışık” diyebildi. Böyle garip kelimeler seçmesi keçinin tercihi değildi, kurduğu hayalin tercihiydi. Ama kelimeler şu anda pek önemli değildi onun için. Konuşması önemliydi. Güneş artık ısıtmaya başlamıştı. Sıcak vurdukça postunu karıncalandırıyordu. Onu miskinleştiriyordu. Bacaklarını kırıp oturdu otların üzerine. Çok heyecanlıydı. Kendini tutamıyor, tekrar konuşmak istiyordu, tekrar, tekrar. “Yüzlerce uzuv” dedi ve bir kahkaha attı ardından, tabii çıkardığı o garip sese kahkaha denirse. Beyni düşlemeye devam ediyordu, kendisini sınırlamadan ve durmaksızın. Acıkmıştı. Açlık zihnini etkilemiyordu ama vücudunu etkiliyordu. Midesi kasılıyordu durmadan. İştahla kayanın üzerinde duran tavşana baktı ama üzerinde yeşil sinekler oynaşıyordu. Gözleri tavşanın içine girip çıkan iri sineklere baksa da görmüyordu. Beyni bu dünyanın sınırlarını aşmıştı çünkü. Birden -istemeden- konuştu yine “Mora çalan bir renk” durdu, sonra devam etti tavşanın kokuşmuş etine bakarak: “Ete benzeyen yumuşak ve sulu bir şey ama et değil etten öte, etten üstün”. Keçi böyle bir cümle kurabildiğine şaşırdı ama nasıl yapabildiğini anlamadı, anlamasa da olurdu zaten. Hayali kuruyordu cümleleri, keçiye sadece söylemek kalıyordu. Başka bir değişle, beyni düşlüyor, o söylüyordu, hepsi bu. Her vücut gibi onun da dört ayaklı bedeni beyninin kölesiydi.

          Güneş yükselirken kadın üzerindeki kasveti dağıtmak için camı açtı. Derin nefeslerle sabahın taze havasını doldurdu ciğerlerine. Kendini garip hissediyordu. Tedirginlik ruhuna işlemişti. Temiz hava ruhuna kadar ulaşabilir miydi? Rüzgâr annesine olan güvenini geri getirebilir miydi?  Kadın cevaplarla uğraşamayacak kadar perişandı. Berbat bir rüya görmüştü ve etkisi hala üzerindeydi. Güneş doğmasına rağmen evi dinliyordu istemeden. Ne yapabilirdi, rüyasındaki aşırılıklar volta atıyordu beyninde, hem de durmaksızın. Evi dinlediği için onu kim hor görebilir ki? Ne kadar unutmak için çabalasa da rüyası türlü düşüncelerle beynini kemiriyordu. “Şelaleden dipsiz bir kuyuya düştüm” dedi içinden “Evet, dibinde keçi olan o ışıksız kuyunun dibine düştüm. Ama o kuyu benim evimdi, o zaman kuyuda bekleyen keçi nerede, mutfakta mı, yatak odasında mı, salonda mı, nerede?”. Daha tam olarak farkına varamamıştı ama o esrarengiz rüya onda kalıcı bir hasar bırakmıştı; dinlemek, en ufak tıkırtıları bile dinlemek. Hangi insan onun gördüğü düşü görüp sağlıklı kalabilirdi ki? O kâbus insanı delirtebilirdi dehşetten. Evet, bunu kesinlikle yapabilirdi. Deliliğin hortlaksı yüzü kendini bol kanlı bir rüyada göstermişti. Onu görenin delirmesi şart mıydı? Delilik… Kadın kendinde gibi gözüküyordu ama içinde neler olup bittiğinin ondan başka kim bilebilir ki? Delirmiş miydi? Belli etmedikten sonra bunu kim bilebilirdi? Şu anda yaptığı tek şey uğursuz bir şeyleri -keçileri- dinlemekti, çok uzaklardan gelen bir müziğin sessiz melodisini dinler gibi. Ellerini denizliğe dayamış, masmavi gökyüzündeki parlak yıldız Güneş’i izliyordu -delilik bunun neresinde?-. Camdan giren sabah rüzgârı kendini iyice hissettirdi ve kadın küçük bir ürpertiyle yeni güne hazırlamaya çalıştı kendini. İyi hissediyordu artık. Neredeyse toparlanmıştı. Kendini sabahın güzel manzarasına bıraktı. Şu anda rüyadan geriye kalan tek kusuru ise dinlemekti, olmayan sesleri dinlemek.      

      Güneş yükseldikçe çözülüyordu keçinin dili. Giderek ustalaşıyordu konuşma işinde, daha uzun ve daha karmaşık cümleler kuruyordu artık. Saatler ilerledikçe daha da ustalaşacaktı, güneş yok olduğunda kim bilir neler anlatırdı. Fakat konuşması daha gelişme evresini tamamlamamıştı. Gelişmek… Bu ona dizginlenemez bir zevk veriyordu. Kendinden geçiyordu konuştukça ve gördükçe -düşünü-. Açlık terk etmişti onu. Gördükleri karşısında açlık mı kalırdı? O karşısındaki manzarayı tüm çıplaklığıyla anlatmak istiyordu. Kime mi? Dağa, içinde sinekler oynaşan tavşana veya otlara, burasıyla pek ilgilenmiyordu keçi. Onun isteği anlatmaktı, sadece anlatmak, dinleyici önemli değildi. Keçi kendi isteği dışında garip, yabanıl bir tonla konuştu: “Şu karşımda duran yepyeni anatomiye hayranlık duymamak mümkün mü? Nasılda güçlüler! Dikkatli bakınca deriden yoksun vücutlarındaki kasların şiddetle kasıldığını görebiliyorum. Çok uzunlar. Silindire benzer kafaları var ve başın tepesinden çıkan kola benzer ama koldan daha işlevli bir uzuvları da mevcut. Loş ışıkta net göremiyorum ama en az yüz tane bacağa benzer uzuvları daha var. O kadar heybetli yürüyorlar ki içim korkudan büzülüyor her hareketlerinde, her an tapınmak istiyorum. İşte oradalar, etrafımdalar, durmadan sinsice dolaşıyorlar. Binlerceler ve en ufak bir ses çıkarmadan volta atıyorlar bu büyüleyici yerde.”

         Şu anda dünyayla işi olamayan gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve ardından devam etti: “Zemin, yumuşak, nemli, kırmızı mor arası bir renk. Üzerinde yüründükçe sanki içinden bir akım geçiyormuş gibi titriyor, daha doğrusu atıyor tıpkı nabız gibi.” Daha bir gün önce kan banyosunu düşlediği zaman aklına birkaç kaba figürden fazlası gelmemişti ama şu anda gördükleri sanki gerçekti, sanki o nabız gibi atan zeminde yürüyordu gerçekten. Keçi kendini öyle kaptırmıştı ki sessiz düşüne ses geldi. Uğultular, çığlıklar… O mezar sessizliği yitmişti artık. Şimdi salt gürültü vardı, garip dünyevi olmayan sesler senfonisi. Bu sesleri tanımlamaya çalışmak kesinlikle düş kırıklığına sebep olurdu, çünkü o sesler tarifsizdi, evet söylenebilecek en iyi tanım bu; tarifsiz. Fakat keçi aniden çıkardığı bir böğürtüyle betimledi o tarifsiz sesleri. Çıkardığı boğuk çığlığın içinde belli belirsiz bir şey söylemişti:

         “Deliliğin sesi”.

         Yürümeye başladı keçi, o dev yaratıkların arasına karıştı. Kendini bir keçi gibi hissetmiyordu şu anda, eski bedenine geri dönmüştü sanki. Zemine bakarak ilerledi, nasıl göründüğüyle ilgilenmiyordu şimdi. Düşü sapkın bir hal alıyordu gittikçe. Önünden soluk bir ışık geçti tıpkı bir yıldızın kayması gibi. Ardından bir tane daha… Işık saçan noktaların oradan oraya uçması büyülüyordu onu. Keçi şaşkın bir şekilde izliyordu manzarayı. Bir tane daha, bir tane daha… Sanki binlerce ateş böceği onun için dans ediyordu. Deliliğin sesi tüm şiddetiyle devam etmekteydi ama keçi ışıklara odaklanmıştı, sesi unutmuştu bile, şu an her yer sessizdi onun için. Noktalar durmadan çoğalıyordu. Loşluk yerini tam beyaz denilemeyecek ilginç bir renge bırakıyordu yavaş yavaş. Aydınlık artıyordu her saniye. Işık gözlerini kamaştırmaya başlamıştı artık keçinin. Vücuduna bakmak istedi -nedense ortalık aydınlanınca ilk aklına gelen bu olmuştu- ama bir vücudu yoktu. Bu durum ona hiç garip gelmedi. İlgisini çeken başka şeyler vardı çünkü, o önünde uçuşan ışıkların birleşmesini izlemek gibi. Etrafı yeşilimsi beyaz bir renkle aydınlığa boğulurken, o yaratıkları gördü tekrar, o üstün ırkı. Işığa uyum sağlayıp bambaşka bir renge bürünmüşlerdi. Yürümek için kullandıkları uzuvları -artık daha da belirgindiler- yüzlerceydi, şimdi daha da gösterişliydiler, renkler üzerlerinde oynaşıyordu, sanki bir amaca hizmet ediyorlarmış gibi. Mor, turuncu, türkuaz, kahverengi… Ve keçinin adlandıramadığı birçok renk -yoğunluk türkuaz ve turuncudaydı- vardı. Keçinin ağzından bir fısıltı çıktı:

         “Deliliğin rengi”.

         Azametli yaratıklar her yerdeydi şimdi, yeşilimsi beyazın üzerine işlenmiş grotesk motifler gibi. Aniden çınlamaya başladı her yer. Sesler yankılanıyordu hem de dehşetin soğuk ve ölümcül yüzünü anımsatan vahşi tonlarda. Boğuk bir patlama sesi yankılandı beyninde ve bu gürültüyle beraber keçinin unuttuğu bütün sesler üstüne çullandı bir anda. Ses geri gelmişti ama bu sefer anlamlıydı. Deliliğin sesi keçiye bir şeyler anlatıyordu. Sesin kaynağı o rengârenk yaratıklardı. Keçi bunu üzerlerindeki renk cümbüşünden anlayabiliyordu -renkler titriyordu sesler yükseldikçe-. Sesler ağızdan çıkmıyordu vücudun bütününden çıkıyordu. Keçinin hayran kalmaması mümkün müydü bu yabancı anatomiye? O heybetli yaratıklar ona sesleniyordu boğuk, hırıltılı seslerle sanki daha öncede işittiği bir şeyi söylüyorlardı ona:

         “Kanı hisset damağında kör olana kadar iç onu ve ye eti. Bil ki gözlerin değiştiğinde o ızdırap çukurunu bir daha görmeyeceksin. Yenilensin vücudun, değişsin şeklin. Sonsuzluk için ye ve iç, ye ve iç, ye ve…”

         Düşün büyüsü, keçinin kendi vahşi çığlıklarını duymasıyla dağıldı. Sirkelenip kendine gelmek istedi ama olmuyordu, dilini zapt edemiyordu. Durdurmaya çalışsa da durmadan tekrarlıyordu “ye ve iç, ye ve iç…”. Artık öğlen olmuştu neredeyse. Gece yaklaşıyordu yavaş yavaş ama keçinin acelesi yoktu. Geceyi beklemek zor gelmiyordu ona. Böyle yüce bir zamanı beklemek zor olur muydu hiç? Sonunda gece olacağını bilmesi yeterliydi onun için, sonsuza kadar bekleyebilirdi. Özellikle de bu geceyi…

          Kadın evini terk edip kendini öğlen güneşinin sıcağına teslim etti. Amaçsızca yürümek istiyordu. Köyün dar, boğucu yollarını geçti ve kendini Tebao Dağına giden engebeli patikada buldu. Temiz hava tükenmiş sinirlerine iyi gelmişti. İki tarafı yaşlı ağaçlarla örülü bu güzel dağ yolu ona bütün dehşetengiz düşüncelerini unutturmuştu. Ağaçların hışırtıları hafif bir müzik gibi okşuyordu kulaklarını. Kuşların cıvıltısı, arıların vızıltısı… Doğa onunla konuşuyordu. Gözlerini kapatıp kollarını açtı, sanki doğayı kucaklamak istiyordu. Bir süre öylece durdu, görmeden sadece dinleyerek doğayı hissetti. Bir yılanın çıkarttığı çıtırtılara kadar her şeyi dinledi. Duyulan duyulmayan ne varsa kulaklarına hücum etti. Kadın birden gözlerini açtı ve etrafını aceleyle süzdü ardından yarım kalan yürüyüşüne devam etti. Toprak yoldaki karıncaları seyretti yürürken, ezmemek için özenle atladı üstlerinden. Dağ yolunu tırmanmaya devam ediyordu, yürüdükçe sinirleri gevşiyordu. O sarsıcı rüya her adımında uzaklaşıyordu ondan. Şimdi dik bir rampaya gelmişti, sıcaktan kızmış kaya ve kumdan oluşan dimdik bir yola. Etrafına baktı ve o anda gözüne ağaçların arasından dağın eteklerine doğru inen bir domuz yolu çarptı. Cırcır böceklerinin çirkin müziğini dinlerken dağın bu taraflarına ilk defa geldiğini fark etti. Bu yüzden içine garip bir tedirginlik düşmüştü. Birkaç saniyeyi kararsızlıkla geçirdikten sonra ağaçların arasındaki o dar yola doğru yöneldi. Bir adımla sık ağaçların arasına girmişti. Yasa tanımaz yeşillik onu yutmuştu bir anda, tıpkı dar ağızlı yeşil bir yaratık gibi.

         Kadın burada doğaya daha yakın hissediyordu kendini. Doğanın başka bir yüzü vardı burada. Havasız, nemli, küf kokan, dar ve dik bir yoldu burası. Dev çınar ağaçlarının arasından yürüyen kadın artık kendini tamamen teslim etmişti yeşilin tonlarına. Doğa onu esir almıştı. Yaprakların çıkardığı melodik hışırtıları dinliyordu yine. Yerdeki kuru dalların ayaklarının altında çıtırdadıklarını işitmek ona haz veriyordu. Dinlemek onun bir parçasıydı ve duymaktan zevk alıyordu. Aheste bir şekilde iniyordu dağın eteğine doğru. Hiçbir amacı yoktu şu anda. Yeşil güzelliğin arasından yürüyordu sadece ve görünmeyen şeylerin yaptığı nefis müziği dinliyordu. Ormanın çürük kokusu ona afyon etkisi yapmıştı. Mutluydu. Sadece güzelliklere odaklanmış şekilde yolun sonuna yaklaştı. Birkaç eğrelti otunu ezip bir iki tane böğürtlen dalı kırdıktan sonra açıklık bir alana çıktı. Fakat attığı son adım ondan bütün yaşam enerjisini aldı, götürdü ve beyninde korku tohumları yeşertmeye başladı. Bir adım daha atamazdı, karşısındaki manzara onu yerine mıhlamıştı. Korku arsız bir bitki gibi büyüyordu içinde. Elleri buz kesmişti o neşeli kadının. Artık kalbinin gümbürtüsünden başka bir şey duyamıyordu. Dinleyebildiği tek şey bu tek düze sesti. Karşısında ne mi vardı? Sadece bomboş bir kır; tıpkı rüyasındaki gibi.

         Ayak parmaklarının karıncalanmasıyla sırtından terler süzülmesi bir oldu. “Yine bir kâbus olmalı” diye geçirdi içinden, “ama hiç bir kâbus bu kadar gerçekçi olamaz!” diye bağırdı istemeden. “Uyanmam lazım, uyanmam lazım…” diyerek bir umutla gözlerini kapadı ve tekrar açtı ama kır bütün ıssızlığıyla karşısındaydı yine. Bir kez daha kapadı açtı ama yine aynı manzara vardı. İçini birden garip bir duygu sardı ve beklenmedik korkunç bir kahkaha patlattı. Durmadan gülüyordu. O garip duygu onu içine çekti ve en derinlerine götürdü. Onun adı delilikti. Deli cesaretiyle dolup taştı yüreği ve ilk adımını attı. “Hiçte zor değilmiş” dedi içinden, sonra “hiçte zor değilmiş!” diye haykırdı ıssız kıra ama sesini yankısını dinlerken, iki elini ağzına götürüp utanmış gibi etrafına bakındı ve ardından o katlanılmaz kahkahaya başladı tekrar. Fakat başlar başlamaz bir bıçak gibi kesildi kahkahası, sanki hipnotize olmuştu, gözleri tek bir noktaya sabitlendi, ardından yeri delercesine yürümeye başladı. Gözlerinde vahşi, hayvani bir ifade vardı şimdi ve bir hayvana yaraşır şekilde hırlar gibi konuştu:

         “Bakalım neymiş bu rüyanın akıbeti”.

         Ayakları yeri döverken dişleri de dudaklarını deliyordu. Bir fare gibi kemiriyordu dudaklarını ama acıya pek aldırış ettiği yoktu şu anda, dudağının kanaması pek önemli değildi. Ellerini yumruk yaptı ve daha hızlı yürümeye başladı. Yürüdükçe cesareti artıyordu. Daha da şevklenmişti, koşmak geliyordu içinden, yitik beyni bunu emrediyordu ona fakat uzaklardaki beyaz bir kıpırtı yitirdiği aklını dehşetle süsledi ve onu tekrar yerine çiviledi. Bir heykel gibi dona kaldı. Boğuk bir çığlık kaçtı ağzından önce. Bu çığlıkla yüzüne çarpık bir ifade yerleşti ve ardından o kararlı gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Gözünden yaşlar, ağzından da kanlar süzülüyordu. “Kuzu” diye inledi. Gerçekten acınacak haldeydi. “İçinde balıklar yüzen kuzu” dedi hıçkırıklarının arasından.

         “Uyanmak istiyorum!”

         Çığlıkları dağdan yankılanıyor ve daha korkutucu tonlarda geri dönüyordu. Kadın kısa süreli bir titreme geçirdi, ardından şiddetli bir öfke krizine tutuldu. Bir anda doğrulup panik içinde çığlıklar atarak beyazlığa doğru koşmaya başladı. Çenesindeki kanlar süzülüp boynunu yol yol boyamışlardı. Kandan pembeleşmiş küçük dişleri şiddetle birbirine vuruyordu. Gözleri kana bulanmış küçük toplardı sanki. O katlanılmaz vahşi çığlıkları devam ediyordu. Fakat o duyamıyordu korkunç feryatlarını. Kulakları içe dönmüştü sanki. Vücudunu dinliyordu. Bedenin her tepkisini, her çaresiz kasılışını duyuyordu. Kalbinin gümbürtüsü, dilinin takırtısı, kanın akışı… Delilik her yerden geliyordu, her yanından kuşatıyordu o aciz bedeni, sakin sakin ama durmadan kemiriyordu o yitik beyni. Kadın gittikçe yaklaşıyordu beyazlığa. Artık onu net bir şekilde görebiliyordu. Fakat karşısındaki beyazlık beynini bulutlandırdı ve olmayan aklında depremler yarattı. Koşmayı bıraktı. Kulakları ciğerlerinin hırıltısını dinlerken “kuzunun boynuzu olmaz ki!” diye bastı çığlığı. İtiraf etmek istiyordu ama ağzından çıkamıyordu bir türlü o basit kelime. Kalbi davul çalıyordu şimdi, beyni zonkluyordu. “Keçi” dedi birden. Sabit bir şekilde bakmaya başladı yine. “Gerçek” diye tısladı. “Rüya değil gerçek”.

         Kulaklarıyla aradığı o uğursuz hayvan onu bulmuştu. Kadın hala donuk bakışlarla keçiyi süzüyordu. Keçi de üzerinde gezinen gözleri hissetmiş biraz etrafına bakındıktan sonra ucube kılıklı kadını görmüştü. Bir süre bakıştıktan sonra kadının yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi. “O zavallı, zararsız bir keçi sadece” dedi içinden. Gittikçe genişleyen bir gülümsemeyle keçiye doğru yürümeye başladı. Gülümsedikçe kemirdiği dudaklarındaki yaralar yeniden açılıyor ve ağzı yine kanla doluyordu. Kanın etsi tadı dilini okşadıkça delilik daha bir işliyordu içine, daha da pozitif oluyordu, korkunun onu titretmesi gereken yerde. Adımlarını sıklaştırdı ve şimdi yan yana duran iki kayanın önündeki beyaz keçinin karşısındaydı. Fakat dikkatini keçiden çok iki kayanın arasına sıkıştırılmış olan ölü tavşan çekti. İri yeşil sinekler, etli kurtçuklar ve kayanın üzerindeki kurumuş kan lekeleri… Kadının dikkatini keçinin naif sesi bozdu:

         “Güneşin batmasına az kaldı, güneş gidince ne olur bilir misiniz?” dedi keçi bilge bir ses tonuyla.

         “Ne olurmuş?” dedi kadın gayri ihtiyarî.

         “Yaşama vakti gelir gecenin ayazıyla birlikte, çünkü gece hayal kurulmaz gece yaşanır.”

         Kadın bir keçiyle konuştuğunun farkında değil gibiydi. Zaten farkında olsa dehşetin buz gibi parmaklarını vücudunda hissederdi.

         “Seni uzaktan kuzu zannettim” dedi cırtlak bir sesle.

         Keçi hiç istifini bozmadan devam etti:

         “Arzunun ve aşırılıkların anahtarıdır gece, elde etme zamanıdır, görme zamanıdır, dokunma zamanıdır, tatma zamanıdır…”

         Kadın keçinin sözünü kesecekken parçalanmış dudaklarından ağzına dolan ılık kan genzine kaçtı ve şiddetli bir öksürük krizine tutuldu. Öksürdükçe kanlar akıyordu ağzından. Keçi, kadının ağzından süzülen ve oradan da çimenlere damlayan kırmızılığı iştahla seyretti.

         “Ziyan etme” dedi tıslar gibi.

         Kadın öksürüklerin arasından “neyi?” diye öğürdü.

         “Kanını” dedi keçi otoriter bir sesle.

         Kadının öksürükleri hafiflerken güneş dağa dayanmıştı. Her saniye biraz daha kayboluyordu. Dağ emiyordu sanki o ateş topunu. Yarısı kaybolmuştu bile. Yaşama zamanı yaklaşıyordu. Derken son kızıllık da yitti ve her yer grinin soğuk tonlarına boyandı.

         İflas eden aklı kadına oyunlar oynuyordu. Travmalar yaşıyor ve konudan konuya uçuyordu… Şimdi ne sevimli keçi kalmıştı aklında, ne de konuştuğu ses. Şu anda salt doğa vardı yine, uçan bir sinek gözlerini oyalıyor, akşamüstünün dinginliği ruhunu okşuyordu.

         “O kadim ateş parçası yok oldu, onu yeniden…” Kadının aniden dönüp hiç durmayacakmış gibi gülmeye başlaması keçiyi duraksattı. Gözleri keçinin üzerinde, ağlamakla gülmek arasında kalmış tuhaf kahkahalarının arasından, “keçi nasıl konuşabilir ki?” diyip basıyordu kahkahayı. Kocasının anlattıkları uçmuştu aklından, sarı defter kâğıdında yazanlar da, yamyam keçiler de… Sadece kahkaha vardı. Bildiği ve hatırladığı tek şey buydu.

         Grinin tonları koyulaştı ve bir kâbus gibi çökmeye başladı kara. Siyahlıkla birlikte keçinin kanı kaynıyor, kaynadıkça geceye has olan şiddet arzusu beynini sarıyordu.

         “Seni yemek istiyorum” dedi keçi. Şimdi sesinde ne bilgelik vardı ne de naiflik, salt sadistlik vardı bu tonda. “Etini istiyorum, kayış gibi uzatarak yemek istiyorum o ıslak etini”. Keçi her kelimede daha da vahşileşiyordu; “Ilık kanını içmek istiyorum, damla damla değil oluk oluk aksın…”.

         Kadın hala keçinin konuşabilmesine gülüyordu. Sonra bir an duraksadı her yer kararmıştı. Keçiyi aradı gözleri ve o cam gibi parlayan gözleri yakaladı. Göz göze gelince “ama” dedi keçi “söylemiştim; gece istemek yetmez, görmek lazım, unuttun mu, gece hayal kurulmaz gece yaşanır”. Ürkünç bir ses tonu kadının kulaklarında dolandı fakat kadın daha söylenenleri algılayamadan keçi bir atmaca gibi saldırdı. Dişlerini koluna geçirdi ve ufak bir parçayı koparttı. Kadın acı dolu bir çığlık attı ama çığlığı bitmek bilmeyen bir kahkahaya dönüştü yine. Hissetmiyordu, anlamıyordu, bilmiyordu, hatırlamıyordu… Deliydi, sadece deli. Donuk ay ışığı altında ağzındaki eti sakız gibi çiğneyen keçi kendinden geçiyordu. Beyni uğulduyor, vücudu titriyordu. Et ve kan zevk vermişti. Daha güçlü hissediyordu şimdi, daha cesur olmuştu. Ve zaman aşırılıklar zamanıydı.

         “Bu kadarı yetmez hepsini istiyorum!” diye gürledi keçi.

         Ayın ve yıldızların soluk ışıkları geceye gümüşi bir aydınlık yayıyor ve keçiyle kadını hayaletimsi bir siluete kavuşturuyordu. İçi alev alev yanan keçi, içindeki sapkın açlıkla ve değişimin verdiği sonsuz güvenle kadının aydan beyaz derisine yaklaştı ve kanayan koluna baktı. Kan kokusunu alıyordu kadının, kanı mis gibi kokuyordu. Burnunu yaraya bastırıp kokuyu ciğerlerine doldurdu. Yapışkan bir sinek gibi gezindi yarada. Kadın refleksle kolunu çekti. Fakat o vahşi hayvan kolu istiyordu, o tarifsiz kokuyu istiyordu. Keçi dehşet verici bir böğürtü çıkartarak saldırdı kadına ve bir böcek gibi yere yapıştırdı onu. Kan sızan o güzel kola doğru eğildi tekrar ve bu sefer hatırı sayılır bir parça koparttı. Ağzında yine et ve kan vardı. Koku tada dönüşmüş damağıyla dili arasında dans ediyordu.

         Ağzındaki kan, içindeki keçi kanını kışkırtıyor, boğazından geçen her damla içine sanki bir kor olarak düşüyordu. Hırıltılı nefesi hızlanıyordu simdi. Çığlıklar atmak istiyordu keçi. Kanı vücudunda deli bir ırmak gibi akıyor, bu dört ayaklı beden ona dar geliyordu artık. Kan içinde koşturuyor ve keçiyi istemiyordu. Kabuğunu delip doyasıya akmak için çırpınıyordu. Keçi içindeki kana hamileydi ve doğum vakti gelmişti. Kanı kaynıyordu. Keçi deforme olduğu hissedemiyor, postunun bir balon gibi şiştiğini algılayamıyordu. İçindeki keçi kanı fışkırmak için bir delik arıyordu ve o delik keçinin ensesinde belirdi. Kan bir sızıntı halinde akmaya başladı. O küçük yırtıktan akan kızıllık keçinin beyaz postunu yol yol boyuyordu şimdi. Ama bu görüntü sadece bir kaç saniye sürdü ve silik ay ışığı altında keçi artık simsiyahtı. Yalancı ay, kırmızılığı kapkara yapmıştı. Ay ışığında kan simsiyahtı. Saniyeler sürmüştü kana bulanması. Keçi acı duymuştu ama aldığı zevk yanında acı gereksiz bir ayrıntıydı. Keçi yavaş yavaş hissediyordu, evet o değişiyordu. Sonunda kan damağında dolaşıyordu ve et boğazını yalıyordu. Değişim ateşi içini kavurdu ve keçi bir böğürtü koy verdi. Bir zevk inlemesiydi bu. Dağdan dönen nahoş yankıları dinlerken yerde put gibi yatan kadına çevirdi bakışlarını. Hala canlıydı. Göğsü ritmik bir şekilde inip kalkıyordu. Keçi, kadının üzerine çıkıp ön ayaklarını kadının göğüslerine bastırdı, sanki inip kalkmasını istemiyordu. Ay şimdi tam tepesinden vuruyordu keçinin, parlayan siyah postu bozuk bir musluk gibi kan damlatıyordu kadının üzerine.

         “Hala yaşıyor musun?” diye sordu keçi hor görüyle. Fakat kadın orada değildi sanki boş ve donuk bakan gözleri bambaşka yerleri süzmekteydi.

         “Ben ölümüm” keçi, kendini tanrı gibi görüyordu. “Ve seni istiyorum”.

         Kadının, karşısında korkuyla büzülmesini istiyordu ama o tepkisiz bir şekilde etrafı seyrediyordu. Keçi, kadının umursamazlığı karşısında deliye döndü ve sol göğsünü ısırdı. Kadının yüzü kasıldı ve acıyla inledi. Ağzındaki eti yutmadan bir daha atıldı, bir daha, bir daha… O şekilli göğüs lime lime olmuştu.

         Şimdi keçinin postu daha da şişmeye ve vücudunda büyük yarıklar belirmeye başlamıştı.  Keçi şu anda yırtılan postuyla kozasından çıkmaya çabalayan bir kelebeği andırıyordu. Çektiği acı artıyordu her ısırıkta ama keçi aldırmadan dişliyordu yerdeki bilinçsiz bedeni.

         “Direnme, bana etini ve kanını sun. Onları bana kendi isteğinle ver…”. Duraksadı keçi -heyecanlandığı belliydi- . Kendini ilah olarak görüyordu, şu anda dünyanın merkezi oydu.

         “Çünkü ben tanrıyım”. Bunu söylemek kendini iyi hissettirdi.

         “Ben tanrıyım!” diye haykırdı ve gözü dönmüş şekilde ete gömüldü tekrar. Kadın titremeye başlamıştı. Hala ölmemesi bir mucizeydi ama ölüm ona bir nefes kadar yakındı. Keçi kaburgalara kadar inmişti. Kadının titremesi artınca etten başını kaldırdı.

         Keçi tekrar sordu:

         “Hala ölmedin mi?”

         Kadından yine ses yoktu. Bir yaprak gibi titriyordu. Keçi bir adım ilerledi ve kadının çıplak kaburgalarının üzerinde durdu. Bir tanrının asilliğini taklit eden bakışlarını kadının üzerinde gezdirdi. Konuşmak için ağzını açtığı sırada garip bir çıtırtı sesi geldi. Keçi bir anda tökezledi. Ayağı sanki sıcak suya girmişti. Baktığında içine göçmüş kaburgaları gördü, ayağı ise kadının sıcak akciğerini ezmekteydi. Kadının ağzından sarı bir köpük boşaldı. Ardından titremesi hafifledi ve gözlerini yukarı doğru devirdi. Ölüyordu. Keçi gözlerini kadının göz akına çevirdi.

         “Ölüm bu kadar basit olmayı değil daha görkemli daha gösterişli olmayı hak ediyor” dedi alaylı bir gülümsemeyle. Kadın kriz geçiren bir astım hastası gibi hırıltılı sesler çıkartıyordu ki keçi:

         “Daha gösterişli…” diye tısladı ve tıpkı küçük tavşana yaptığı gibi bir hamlede parçaladı kadının o fildişi kadar beyaz gerdanını. Diş darbesiyle belki bir metre yukarı fışkırdı kan. Keçi bu kırmızı pınara başını soktu ve hazların en büyüğünü yaşadı. Kan yüzünü yıkarken beynine keskin bir ağrı saplandı. Sanki kafasının içinde bir çekiç vardı ve kafatasını bir ceviz gibi kırmak istiyordu. Beyni sızlıyordu ama aldırmamaya çalışarak cesede gömüldü. Fakat buğulu ve yumuşak bir şekilde çalmaya başlayan müzik baştan aşağı ürpermesine sebep oldu. Ses dağdan geliyordu ama keçi tam bir yön belirleyemiyordu. Kulak kesildi ve dinledi. Bunu itiraf etmek zordu ama yanılmıyorsa o yumuşak müzik dağın bütününden geliyordu. Her yerden. Çalan yaylı tamburdu. Çaldığı müzik ne kadar hoş olsa da gecenin kesif karanlığında ister istemez ürkünç bir ortam yaratıyordu. Ses her saniye artıyor yay tamburun tellerinde gezindikçe gecenin içine hoş ama bir o kadar da nahoş tınılar yayıyordu. Keçi ne yapması gerektiğine karar veremedi. Korkmuyordu, çünkü o tanrıydı, öyle hissediyordu. Başındaki ağrı dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Kafatası içten içe parçalanıyor, yepyeni bir uzuv çıkmak için sabırsızlanıyordu, tıpkı süt dişini düşürmek isteyen bir azı dişi gibi. Artık şekli keçi denilemeyecek kadar değişmişti. Şekilsiz bir ucubeydi adeta. Cansız kadına döndü ve biraz daha didikledi. İçinden küfürler etti dağdan gelen o habis müziğe; en güçlü hissettiği anda onu korkuttuğu için, dehşetengiz duygularla içini kavurduğu için ve en önemlisi bu kişisel ayine tecavüz ettiği için. Ses küfürleri duymuyor, her delikten, her köşeden geliyordu. Durmadan yükselerek, yükselerek, yükselerek…

         Sessizlik.

         Türkuaz ve turuncu, türkuaz ve turuncu…

         Baktı ama göremedi. Dinledi ama duyamadı. Ses yoktu, tambur yoktu, dağ yoktu, sadece renk vardı: türkuaz ve turuncu. Aydan daha parlak, delici bir ışık… Derken daraldı ve tekrar genişledi, her yer renkti, sadece renk. İçi içe geçen ve bir birine karışmayan iki renk. Işık tekrar daraldı ve Tebao’nun eteklerindeki ağaçları ortaya çıkardı. Ağaçlar, içinde gölgeler oynaşan bu garip ışıkla tekinsiz bir aydınlığa bürünüyordu. Keçi bu manzara karşısında acı dolu bir kahkaha attı. Hala dağın eteğindeki kırdaydı. Hala acı çekiyordu. Izdırabı bitmemişti.

         “Bitmeyecek!” diye haykırdı.

         Işık yine genişledi ve ardından sağır edici bir böğürtü duyuldu. Kaba yankıları kulakları tırmalarken yay tamburda yeniden gezmeye başladı. İnsanın içini huşuyla büzen ürkünç bir ton vardı şimdi müzikte. Artık tamburun dışında başka sesler -keçinin hiç de yabancı olmadığı- de vardı. Fısıltı gibi ama biraz daha farklı… Bir gürleme daha duyuldu ve bununla birlikte tamburu bastıran bir gürültü başladı. Sanki gecenin tüm hortlakları oradaydı, kesif karanlığı delen o kadim ışığın içinde… Çığlıklar, böğürtüler, gürlemeler… Keçi acısını unutmuştu, sadece sesleri duyuyordu artık. Bu dünyadan olmayan o ürkünç sesleri biliyordu keçi. Işık tekrar daraldı ve keçi ağaçların arasındaki iri gölgeleri gördü. Ağaç olamayacak kadar ululardı.

         “Deliliğin sesi” diye fısıldadı keçi. Ve ağzından dökülen kelimelerle birlikte soğuk bir parmak yüreğindeki korku teline dokundu; dehşetin iç bulandırıcı, ıslak parmakları. Ağaçların arasındaki o dev gölgeleri biliyordu. O sonsuz gürültünün kaynağını… Işık tekrar genişledi ve her yeri renge boğdu. Keçi bu renkli perdenin ardındaki dehşeti iliklerinde hissediyordu. Huşuyla düğümleniyordu içi deliliğin sesi kulağında çınladıkça. Keçi cesaretini geri kazanmak için yerde yatan cansız eserine döndü fakat renk onu da yutmuştu. Renk her yerdeydi türkuaz ve turuncu. Keçi panik içerisinde kendi vücuduna baktı, bu sonsuz renk curcunasının içerisinde yitme korkusu sarmıştı benliğini. Kanlar sızan ön ayaklarını gördü, şişmişlerdi ve sanki içinde yüzlerce yılan oynaşıyordu. Hepsi keçinin o şekilsiz bacaklarından kurtulup, özgürce dolaşmak için çırpınıyordu. Keçinin sinsi yüzüne çarpık bir gülümseme yerleşti ve yüreği bir anda cesaretle doldu. O habis renk karmaşası onu yutamamıştı,-gülümsemesi korkunç denilebilecek şekilde genişledi- çünkü o tanrıydı.

         Başındaki ağrı meyve vermeye başlamıştı. Beyninden çıkmaya çalışan yeni uzuv kafatasını bir civcivin yumurtayı kırması gibi kırıp baş gösterdi. Bir an acıyla kasıldı keçi. Birçok acı içini kavurmasına rağmen bu en şiddetlisiydi. Beyninin yarıldığını hissediyordu ve kafatası, sanki çatlamış eski bir duvardı; içinden pis, yabani, adı anılmayan bitkiler çıkan. Keçinin çektiği bu işkenceye karşın yüzündeki devasa gülümseme, bir balmumu heykel gibi donuk ve ifadesiz bir şekilde asılı kalmıştı uğursuz çehresinde. Gülümsüyordu, başından çıkan yeni uzuv arsız bir bitki gibi büyürken.

         Birden ışık yine daraldı ve etrafı hortlaksı, silik bir aydınlığa boyadı. Keçi acılarından kısmen kurtulup yerdeki et yığının göz aklarına şaşkınlıkla baktı. Geri gelmişti. Işık onu da yutamamıştı. Keçi bir an bastırılamayacak kadar büyük bir sevinç yaşadı. Sonra bu sevinç kibire ve horgörüye dönüştü. Kibir onu avcuna aldı -tanrılar kibirli olurdu- ve onu cesarete boğdu ve o sonsuz cesaret içine yayıldı, damarlarında dolaştı tıpkı ölümcül bir zehir gibi. Keçi içini ısıtan bir sıcaklıkla deliliğe merhaba diyordu şimdi.

         “Ben tanrıyım” diye haykırdı.

         Sesi yankılanırken başını cesetten kaldırıp arkasına baktı ve görmeyi beklediği şeyleri gördü. Düşünde, içini korkuyla kavuran, tapınmak istediği, gıpta ettiği heybetli yaratıklar, o üstün ırk oradaydı. O dev gövdelerini gezdiriyorlardı daralan ışığın soluk aydınlığında. Keçinin içindeki sıcaklık artıyordu, içi yanıyordu şimdi. Delilik yavaş yavaş değil bir anda kuşatmıştı o şekilsiz ucubeyi. Kulaklarındaydı delilik, “sen tanrısın” diye fısıldıyordu; dilindeydi “sen tanrısın” diye haykırıyordu. Yarım aklında dolandı delilik ve şimşekler çaktı ve düşünceler göründü ve delilik onu kutsadı, o da deliliği. Virüs gibi yayıldı ve düşüncelerini zehirledi delilik. Zehirle olgunlaştı düşünceleri ve koşmaya başladı keçi, o tekinsiz yaratıkların üstüne koştu. Asil bir tanrıyı taklit ederek koştu, yitik beyninin emrini uygulamak için, hükmetmek için, hepsine, her şeye hükmetmek için…

         Kadının naif ruhu çürüyen bedeninin başında duruyor, olmayan gözleriyle keçinin karanlık gösterisini izliyordu. Yaptıklarını bir tiyatro oyunu gibi seyrediyordu soğukkanlılıkla. O heyecanlı deli kadın gitmişti, tepkisiz buz gibi bir ruh gelmişti yerine. Ve şimdi keçiyi izliyordu. Bedenini yemesini seyretmişti ve o keçinin delice haykırışlarını olmayan kulaklarıyla dinlemişti. Bir ruhtu ama beton gibiydi, kaskatı, bu yüzden salt izliyordu eskiden salt dinlediği gibi. Keçiyi izlemişti, öldüğünden beri izliyordu, onda her şeyi görmüştü ruh, kibiri, dehşeti, korkuyu, paniği… Şimdi koşuyordu en zifiri karanlığın içine, ayın erişemediği, gözün seçemediği gölgeli köşelere. Ne vardı orada, pis, karanlık gece o ucube bedenini saklayabilir miydi? Keçi siyahın içinde gözden kayboldu. Kara, kapkara gecenin içinde eridi ve keçi yitti. Ruh karanlığın içinde keçiyi seçmeye çalışırken başka bir karanlığı gördü; gökyüzünü. Aya ve yıldızlara baktı ama içini kemiren bir şey vardı; ona emredilen bir şey, yerde olmasını sağlayan, hareket edebilmesini ve evet toprağın üstünde yatabilmesini, hissetmeden eski şekline dönebilmesini sağlayan…

         Koşuyordu keçi her saniye daha da yaklaşıyordu en yüce tanrı olmaya. Yüzlerce bacağa ve silindire benzer kafalara… Onlara; o heybetli yaratıklara gidiyordu.

         “Önümde eğileceksiniz!” diye böğürdü keçi ama bu çirkin ses dağda yankılanmadı bile çünkü yaklaştıkça deliliğin sesi artıyordu ve keçinin bu haykırışını başka böğürtüler yutmuştu. Ve yaylı tambur o da kısık ama en yabanıl tonlarda müziğini sürdürüyordu. Keçi koştu, bitik beynin komutasında koştu. Çok az kaldı, delilik içini kavuruyordu artık, yakıyordu. Beyninde dolaşan o zehirli, hastalıklı düşünceler içini yaktı ve artık önünde duran yaratıklara bakıp:

         “İnsan yedim tanrı oldum, sizi yiyeceğim ve en yücesi en hükmedeni olacağım!” diye gürledi ve o görkemli yaratıklardan birine atlayıp pis dişlerini geçirdi…

         Sessizlik ve karanlık…      

         Gece siyahtı ve soğuktu. Keçi üşüdü ama kıpırdayamadı, konuşmak istedi ama konuşamadı. Bir heykeldi sanki yarım kalmış bir heykel. Kafasından filizlenen yeni uzuvu susuz kalmış bir çiçek gibi büzülmüştü ve o değişimi durmuştu artık ardında kocaman yaralar ve bir dolu ızdırap bırakarak. Şimdi ne tamburun sesi duyuluyordu ne deliliğin sesi, mezar sessizliği vardı her uğursuz köşede ve keçi artık deli değildi. Yürüyüp uzaklaşmak ve vücudunu ısıtabileceği bir yer bulmak istedi ama kıpıdayamadı. Evet, etten bir heykeldi hareket edemiyor sadece ve sadece hissediyordu. O gece rüzgârı sırtındaki büyük yarıklara vurdukça içi çekiliyordu acıdan ve hissetmek ne demek daha iyi anlıyordu. Salt gözlerini hareket ettirebiliyordu artık. Dört ayaküstünde duruyor ve yorgunluğu en derinlerinde hissediyordu keçi fakat dizlerini kırıp yere yatamıyordu. Her şey hayal gibi geliyordu şimdi, o renk, o yaratıklar, yerde yatan ceset ve deliliğin verdiği cesaret. Gerçek olan tek bir şey vardı şu anda: acı. Soğuk içine işlerken keçi ölmeyi diledi ve o sırada, garip, boğuk ve anlaşılmaz bir ses duydu. Ansızın gelen bu tekinsiz sese bir anlam veremedi keçi. Gözlerinin görebileceği her yere baktı ama hiç bir şey göremedi kesif karanlıktan başka. Ardından ses tekrar duyuldu ve bu sefer manalıydı:

         “Küçük güzel kuzucuk” ses inanılmaz derecede boğuktu. Keçi gözlerini ağrıyana kadar zorlardı ama sesin nereden geldiğini göremedi. Geçmek bilmeyen saniyeler boyunca bekledi keçi o sesin nereden ve kimden çıktığını görmek için. Ve uğursuz gecenin içinde süzüldü sözcükler:

         “Sevimli kuzu” yine boğuk, itici ve yapay bir ton vardı seste. Keçinin nankör ruhu korkuyla doldu hem de en sarsıcı, en yıpratıcı korkuyla; bilinmeyenin korkusuyla. Pis bir patkan gibi dolaştı içinde korku ve keçi kulak kesildi gecenin dehşet verici sessizliğine. Sürtünme sesleri… Gelen her neyse acelesi yoktu. Keçi panik içerisinde hareket etmeye çalıştı ama hiçbir kasını oynatamadı. Kırılan çalıların çıtırtısı, ezilen toprağın çıkardığı o garip ses… Yaklaşıyordu. Keçi yine telaşlı bakışlar fırlattı etrafına ve batmakta olan donuk ayın sönük ışığında yaklaşmakta olan karaltıyı gördü. Keçinin gözleri karardı bir anda ve korku içini bir bıçak gibi delmeye başladı. Emekleyerek yaklaşan işkencecisini biliyordu keçi. Cansız eserini tanımıştı. Keçi bir an hiçbir şey düşünemedi fakat ardından, yaklaşan dehşetin kara gölgesi tüm hücrelerini kapladı. Ölü mekanik hareketlerle ilerlemeye çalışıyordu. Sanki bir kuklaydı ve görünmeyen iplerle hareket ettiriliyordu. Dirilen ölümün pençesi keçiyi içten kavramıştı. Eziliyordu içi, bu korkunun ağırlığıyla eziliyordu. Dehşetin ölüm kokan yüzüyle tanışıyordu şimdi keçi. Onu titretiyordu, içine çekiyordu…

         “Güzel kuzu, senin de balıkların var mı?” dünyadaki en boğuk sesti belkide ölümün, yaşayan ölümün sesi. Şimdi doğrulmaya çalışıyordu kadın. Ellerini yere dayadı ve dirseklerini topraktan kaldırdı. Keçi bu dehşetengiz gösteriyi korku dağının en tepesinden izliyordu. Ve kadın sanki gerçekten sırtına takılmış bir ipten çekilmiş gibi doğruldu. Keçi o bembeyaz, tek bir damla bile kan olmayan suratı, gevşemiş göz kapaklarının içindeki o iki beyaz topu, mora çalan dudakları, yarılmış boyundaki kurumuş, simsiyah kan lekelerini iliklerine kadar hissettiği korkuyla seyretti. Ona bakıyordu, o ürkütücü gözlerle keçinin ucube gövdesine bakıyordu. Şimdi yavaş yavaş dizlerindeki ipler çekiliyordu sanki. Sağ dizini kaldırdı ölü ve bir an sendeledi. Fakat tökezlediği gibi toparladı kendini. Ölü içgüdüsüyle dengesini sağladı ve kutsanmayı bekleyen bir sövalye gibi durdu bir an. Ama başsız bir şövalyeydi. O sendelemeye dirilen vücudu dayanmıştı fakat boynundaki ürkünç yarık hayır. Bir başlık gibi sırtında asılı kalmıştı iğrenç kafası. Bu manzara katıksız dehşetin resmiydi. Çiğ, el değmemiş dehşet keçiyi lanetliyordu şimdi. Başsız ölüye baktıkça nankör ruhuna uğursuz bir şeylerin yerleştiğini -hemde hiç gitmemecesine- hissediyordu. Korku onu evine almıştı ve kimsenin görmediği, hiçbir canlının tatmadığı bir gösteri sunuyordu ona. Kadın sol dizini de yerden kaldırdı ve bu ani hareketle bir an öne yığıldı. Baş yeniden boyna yerleşti bu sarsıntıyla ve o habis yüz yeniden keçiye döndü. Son bir gayretle kaldırdı kendini kadın ve dirilen ölüm tüm dehşetiyle dikildi gecenin saygı uyandıran karanlığında. Birkaç saniye öylece durdu. Keçi şimdi eserini daha iyi görüyordu. Lime lime ettiği göğüsü, deştiği karnı, parçaladığı kolu. Bir an büyük bir keder kapladı keçinin içini sonra keder umutsuzluğa, umutsuzluk en açıklanamaz, en çiğ duyguya; korkuya, dehşetle sarmalanmış katıksız korkuya dönüştü. Korku, evinde bambaşka bir odaya sokmuştu şimdi onu. Dehşetle izledi ölünün ayaklarına kadar uzanan iğrenç bağırsakları. Keçi, sarkan maskaralığı izlerken ölü, en delici bakışıyla keçiyi süzüyordu. Üzerinde gezinen ürkünç gözleri hissetti keçi ve o habis göz aklarına korkudan büzülerek baktı.

         “Güzel kuzu”

         Konuşan bir ölü… Keçi o cansız dudakların büzüldüğünü çaresizlik içerisinde izledi. Sözcükler kulaklarında dolandı ve bir anda her şeyi unutup kaçmak istedi keçi ama taş kesilmiş bedenini kıpırdatamadı.

         Kadın dimdik ayaktaydı şimdi. Ay batmış ve doğu kurşuni bir renk almaya başlamıştı ama batı hala zifiri, gölgelerle dolu tekinsiz köşeler hala tetikteydi. Evet, kadın ayaktaydı ve hiçbir şey hissetmeden bekliyordu gecenin bu en soğuk saatlerinde. Acı gitmişti. En ufak bir karıncalanma bile yoktu acınacak bedeninde. Kadından kalan tek özlelliği aklıydı; olmayan, deli aklı. Ve aklı olmayan bir şey kuşkusuz korkutucu; en korkutucu yaratıktı bu dünyada.

         Bir adım attı kadın, garip dengesiz bir adımdı ama hissetmedikten sonra ne önemi var ki? Sanki uzayda yürüyordu. Bastığı yer dikenli bir çalı da olsa ona pamuktan daha yumuşak geliyordu. Sonra bir adım daha, evet yürüyordu; dirilen ucube yürüyordu. Bir an gökyüzünü gördü kadın. Hava artık grinin daha açık tonlarına geçiyordu. Ve sonra dünya ters döndü. O uçsuz bucaksız kır gökyüzü oldu, gökyüzü ise engin bir deniz. Soluk yıldızlar denize atılmış çakıltaşları gibi parlıyorlardı.

         Keçi yaklaşan dehşeti izliyor, ölünün attığı her adım içindeki korku enstrumanın tiz sesler çıkartmasına sebep oluyordu. Her adımda daha ince bir nota beynini çınlatıyordu.

         Başı yine iki kürek kemiğinin arasında sallanıyordu kadının. Fakat bu yürümesine engel değildi. Olmayan aklındaki tek şey karşısında duran kuzuyu sevmekti.Gözleri hala denize atılmış ve her saniye daha da soluklaşan çakıltaşlarını görse de önünde kuzu olduğunu biliyordu. Küçük kırıntılar vardı hafızasında, darmadağın olmuş minik anılar. Zaten başka hangi kuvvet her yerinden etler fırlamış o koyu, pis, kırmızı, cılk yaralar bütününe -keçiye- kuzu dedirtebilir ki?

         Doğudaki bulutlar kızıla boyanıyordu şimdi ve gecenin sakladığı tüm dehşetler birer birer süzülüyordu bu sisli, gri sabahın içine. Ve kadın; onu ışık etkilemiyordu, ölü bedeni hissiz ve dış etkenlere tepkisizdi. Gece veya gündüz hiç fark etmiyordu dirilen birinin cansız gözünde. Keçi şimdi gecenin ustalıkla sakladığı marifetlerini daha iyi görüyordu. Yanyana duran iki kayanın önündeki kan gölü… Toprak bile kana doymuştu ama onun arsız ruhu doymamıştı.

         Bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı. Ve tüm ihtişamıyla göğe yerleşti ışık dağıtan güneş. O ateş topuna bakakaldı keçi. Ayıramadı gözlerini onun ısıtan ışığından. Hayal kurma vakti diye geçirdi içinden. Fakat darmadağın olmuş kafatasının içindeki parçalanmış beyni hiç bir şey düşleyemedi çünkü her kıvrımına iblis gibi yerleşmişti acı ve korku, düş için yer yoktu. Güneş ısıttı keçiyi ve acısını azalttı. Yüzünü okşadı, bağışlayıcı, aydınlık ışığıyla. Keçi güneşe hipnotize olmuş gibi bakıyordu şimdi. Bir an yüzüne soğuk bir gölge düştü ve unuttuğu dehşet karşısındaydı. Yerleri süpüren bağırsaklar… Keçi bu dehşetengiz manzaraya bakarken buz gibi bir el ucube bedenine dokundu. Soğuk bir ürperti tüm hücrelerini dolaştı. Ve el, o soğuk, yapış yapış el keçiyi bir an şevkatle okşadı. Ölünün sevecen dokunuşları güneşin iyileştiren ışığı gibi acısını azalttı zavallı keçinin. Fakat sonra acı yeniden süzüldü içine, en derinlerine. Bir ölüm iksiri gibi döküldü bedeninin içine. Elleri hissetti keçi etini toprak gibi kazan o soğuk elleri. Acıyı hissetti sonsuz, dipsiz acıyı. İçine giren organlarını gıdıklayan, kaslarını parçalayan o ölü el kendi acısını keçiye veriyordu ve keçi sorgusuz kabul ediyordu bunu. Kadın elini keçinin içinden çıkarttı ve sonra tırnaklarıyla yararak yeni bir yol açmaya çalıştı… Ve güneş söndü.

         Sessizlik ve karanlık…

         Renk bir yeri terk ettiyse orada siyah vardır ve siyah bir yerin hâkimiyse huzur oranın çok uzaklarındadır. Bedensiz hissetti kendini keçi, eskiden tanrı hissettiği gibi. Yoğun, pis bir siyah, kapkara uçsuz bir çöl… İşte buydu şu anda bulunduğu yer. Karanlık elle tutulabilirdi ya da kendisi elle tutulamazdı. Sonra bir kıpırtı ve usulca çıkarılmış bir ses duydu. Etrafına bakmak geçti içinden ama önü ve arkası birdi -siyah. Aniden yumuşak bir şey dokundu olmayan bedenine. İrkildi keçi ve bununla kıpırtılar çoğaldı, renksiz kapkara kıpırtılar. Sanki keçinin irkilmesinden cesaret alıyorlardı. Ve naif dokunuşlar yineledi kendini, yumuşak çok yumuşak belli belirsiz bir şekilde. Tıkırtılar, üstten, alttan, sağdan ve soldan, her yerden geliyordu kara tıkırtılar. Korku, evet korku, en eski duygu, bu renksiz yerde hissedilen tek duygu buydu, katıksız sinsi korku. Keçi dehşete kapıldı. Karanlıktan gelen hışırtılar dehşetini arttırdı ve korku bir çığ gibi çoğalarak üstüne çullandı. Şimdi dokunuşlar her yerdeydi. Sakin sakin ama durmadan yokluyorlardı. Kendini bu yumuşak dokunuşlara teslim etti. Ve keçi alışmaya başladı; karanlığa, dokunuşlara ve korkuya. Korku bu kapkara yerin oksijeniydi ve keçi onu soluyordu. Zamanın olmadığı bu yerde dokunularak ve korkarak kararıyordu ve karanlığı oluşturan yapbozun bir parçası oluyordu. Artık gündüz yoktu, gece yoktu, göz kırpan yıldızlar, parlayan güneş, soluk, taklitçi ay ve berrak su hiçbiri yoktu, karanlık ve sonsuz siyah vardı ve keçi buraya aitti çünkü o cehennemin bile kabul etmediği arsız bir ruhtu.    


Bulut TAR

Mayıs 2007 – Ocak 2009

  • 1
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

Merdiven Altı İnsan Kaynakları Müdürlüğü Konuk Yazar Bürosu

Yazarın Profili
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir