«Konuş!» diye homurdandı Ahab, «konuşsana, ey ulu, ey yüce kafa! Sen ki, sakalsız olduğun halde, şurana burana asılan yosunlarla aksakallı birini andırıyorsun. Konuş, güçlü kafa, gizini söyle bize. Denize dalan tüm yaratıklar arasında, en derinlere inen sensin. Şimdi gün ışığına çıkmış olan sen, dünyanın temellerinde, bilinmedik adların ve filoların pas tuttuğu, nice söylenmedik umutların ve demirlerin çürüdüğü diplerde gezmişsin. Oralarda boğulmuş milyonlarca insanın kemikleri, dünya dediğimiz şu kadırganın kanlı ambarına safra olmuş. Senin en çok sevdiğin yer oraları, o korkunç sular altı dünyasıydı. Oralarda hiçbir dalgıç çanının inemediği derinliklere indin sen. Nice denizcilerin yanı başında uyudun; o denizcilerin uykusuz anaları, canlarını verirlerdi senin yerinde olmak için. Yanan gemilerinden birbirine sarılıp denize atlamış, kahpe feleğe inat, birbirinden ayrılmayarak coşkun sulara gömülmüş sevdalılar gördün. Korsanların gece yarısı öldürüp denize fırlattıkları ikinci kaptanı gördün; o adam, doymaz suların gecelerden daha karanlık ağzında, dibe doğru saatlerce indi. Onun katilleri rahat rahat yollarına giderken, yiğit bir denizciyi, karısının özlem dolu kollarına doğru götüren başka bir gemi, birbiri ardı sıra inen yıldırımlarla paramparça oluyordu. Ey kafa! Sen dünyaları kahrından çatlatacak, Hazreti İbrahim’i dinden imandan çıkaracak şeyler gördün! Gene de bir tek söz söylemiyorsun!»
Herman Melville