Uyuyamadı.
Dün gece üst komşusunun sevgilisini öldürmediği bir ütopyada evinin tavanının camdan olmasını istedi. Daha da iyisi, apartmanda oturmadığı bir ütopyada tavanının camdan olmasını istedi.
Yastığı olması gerekenden yüksek. Ona iyi gelmeyen her şeye hemen alışmasının doğal bir sonucu olarak her sabah boyun ağrısına günaydın diyor. Ve her geçen sabah kendini doğal seçilimin ayrılmaz bir parçası olmaya daha yakın hissediyor.
Giysi dolabının içinden babasının aldığı saat, metal gözlerini kırpıyor. Dolabın içinde yabani bir hayvan olsa; yaban hayvanlarının özel eşyalara saygı yüzdesini zahmetsiz bir gözlemle öğrenirdi.
Uyuyamıyor.
Erkek arkadaşının gece atıştırmalığı saati geldi. Odasından ayak seslerini duyuyor fakat duymuyor gibi yapıyor. Çünkü tek bir kelimeyi idrake tahammülü yok.
Yine yumurta pişiriyor. Çatalı tezgaha düşürdüğü için panik yapıp ayağını dolaba çarpıyor. Yedikten sonra her şeyi toplayacak fakat tavayı öylece bırakacak. Altı saat sonra sabahın ilk ışıkları beklemiş yumurta kokusuna karışacak. Günün ilk ve en coşkulu günaydınını Aysel‘in mide bulantısı alacak.
Uyuyamıyor.
Nevrotik üst komşusunu düşünüyor. Tek bıçak darbesiyle sevgilisini öldüren bir kadını düşünürken aklına ilk gelen kelimenin nevrotik olması onu güldürüyor. İnsan önceki gün asansörde günaydın dediği çatık kaşlı kadına ertesi gün katil diyemiyor.
Acıkıyor.
Erkek arkadaşının yanına kıvrılışını hissediyor. Sıkıca gözlerini kapatıyor. ‘’Aysel?’’ diye sesleniyor adam, cevap vermiyor. Konuşmak istemiyor. Zaten bir türlü kapatamadığı gözlerini ful bilinçle yeniden açarsa sabaha karşı salonda, yanında bir bardak tarçınlı suyla iskambil destesi karıştırmak istemiyor. Keşke hemen gözlerini kapatsa da biraz yüzünü izlesem diyor.
**
Uyuyamıyor.
Yemek masasını toparlıyor. Tam mutfaktan çıkmak üzereyken ocağın üzerinde yumurta pişirdiği tavayı görüyor.
Daha ilk güneş ışığı asfalta değmemişken Aysel ‘in yumurta kokusunu alıp yataktan fırlayışını hayal ediyor. Yatağın başında dikilip yüzünün sinirden kızarışını düşünüyor. Henüz açılmış gözlerini kırpıştırıp kısarak, gergin ses telleriyle “Ömer!” diye seslenmeyi deliler gibi isteyecek fakat finalde güzel gözlerini de alıp alacakaranlık soğuğunda balkonda sigara içmeye gidecek.
Tavayı öylece bırakıp Aysel’in yanına kıvrılıyor. Nefes alışverişlerinin senkronundan henüz uykuya dalmadığı belli oluyor ancak yine de kendini emin olmak zorunda hissediyor.
“Aysel?” diye sesleniyor adam. Cevap alamıyor. Uyumadığını hissediyor ama konuşmuyor. Konuşmak istemediği zamanları hep anlayışla karşılıyor. Aysel gibilerin bile her gün konuşmaya yetecek enerjisi olmuyor. İnsanın her gün her şeye tahammülü olmuyor. Fakat Ömer’in de böyle elit tahammülsüzlükleri olmuyor. Kafasının içi her gün Aysel kadar dolu olmuyor. Henüz güneş doğmamışken yaban atlarını düşünemiyor. Uyumak üzereyken aklına bir şarkı takılmıyor.
Vücut ısısıyla uykuya dalabilmesini umduğundan Aysel’i belinden kavrıyor ve çok geçmeden uykuya teslim oluyor.
Saat 6’yı biraz geçiyor.
Belini sımsıkı kavramış Ömer’i yavaşça itip yataktan kalkıyor. Bir bardak ılık suya bir kök tarçın koyup terasa çıkıyor. Çıplak ayakları serin fayansa değince ürperiyor. Mor gökyüzüne saçılmış belli belirsiz gün ışığına bakıyor. Güneş ufkun altına saklanmış.
Köşedeki sandalyede annesi yüzünü ekşitiyor. Ağzındaki sakızı yuvarlayıp çıkarıyor. Sandalyenin kolçağına yapıştırıyor.
“Ayrılmayacaksın değil mi?” diyor devirdiği gözlerini yolun karşısına çevirirken.
– Ne?
– O küstah çocuktan, bir türlü ayrılmayacaksın.
– Evet. Ayrılmayacağımı söylemiştim. Hem de defalarca kez.
– Ayrılacağını söylediğini sanıyordum.
– Beni bir kez olsun dinledin mi sen?
Gözlerini fayansın üzerinde sırayla ilerleyen karınca sürüsüne dikti. Terasın giderinden çıkıyor henüz korkuluk yapılmamış mermer yükseltinin olduğu duvardan aşağıya aşıyorlardı.
– Anne?
– Hı?
– Karıncalar var.
– Ne olmuş varsa?
– Su birikintisinin içinden yürüyorlar. Bunu yapabilirler mi?
– Baban gelemiyor. Onun adına özür dilememi istedi.
– Önemli değil. Onu çağırmamıştım zaten. Aslında seni de çağırmamıştım.
Kolçağa yapıştırdığı sakızı eline aldı, gülümsedi. Hep alaycı gülümserdi. Severek gülümsediği tek bir an yoktu. Varsa bile Aysel’in hatırına gelmiyordu. Sakızı ağzına atıp, çiğnemeye devam etti. Ağzını her açıp kapayışında alışılmadık biçimde keskin olan böğürtlen kokusu Aysel’in genzine esiyordu.
Terasın kenarına doğru yürüdü. Mermere oturup ayaklarını aşağı sarkıttı. İç çekti.
– Gitmelisin. Yapmam gerekenler var.
– O çocukta ne buluyorsun?
– Sana anlatmıştım. Mesele O’nda ne bulduğum değil.
– Neden bu evde olduğunu bilmiyorsun.
– Bu durumu büyülü kılanda o zaten. Sevgiyi tanımlaman gerekmez.
– Sevgini tanımlaman işler istediğin gibi gitmediğinde doğru olanı anlamanı sağlar.
– Sen evliliğini böyle mi kurtardın?
– Konu ben değilim. Hiçbir zaman olmadım. Biliyorsun.
– Buraya gelip sürekli hayatımda olup bitenlerden bahsetmeni ben istemedim.
Annesinin tüm konuşma boyunca sakız çiğnemeyi bıraktığı an yalnızca bu andı. Tek kaşını kaldırdı. Aysel’in yüzünü görmeye çalıştı.
– Öyle mi?
– Bu konuşmanın gidişatından memnun değilim. Gitmen gerek.
– Aramızın iyi olması için çabaladığımı biliyorsun değil mi?
Aysel arkasını döndü. Annesinin belli belirsiz yüzünü görmeye çalıştı. Tek kaşını kaldırdı.
-Öyle mi?
Bir süre sessizlik içinde oturdular. Yolun karşısındaki ışıklara bakıp iç çektiler. Zayıf sabah melteminin saçlarını havalandırıp sessizliğe çarpmasına izin verdiler.
Gökyüzü morunu turuncuyla harmanlamaya karar veriyor. Aysel oturduğu yerden kalkamıyor. Ayaklarını ileri geri salladıkça topukları üzeri pütürlü dış duvara çarpıyor bu sayede titrek vücuduna ince bir sızı yayılıyor. Yoğun böğürtlen kokusu akciğerlerini çıkarıp atma isteğini arttırıyor. Günün ilk sigarasını yakıyor.
Annesi omuzundaki şalı bacaklarına örtüyor. Ayak parmaklarının uçlarını nispeten daha sıcak olan fayans aralarında gezdiriyor.
-Geç oluyor Aysel. Çok geçmeden insanlar işe gitmek için çıkacak. Çocuklar okula-
– Biliyorum anne.
– Çocukken de böyleydin. Biliyordun fakat bu bir şeyi değiştirmiyordu.
Bu kez annesinin sözünü kesmedi. Sohbet keyifli bir yere gideceğinde anlardı.
-Arka bahçesine menekşeler diktiğimiz eve taşındığımızı hatırlıyor musun?
Aysel kıkırdar gibi güldü. İşaret parmağıyla karşıyı işaret ederek:
-Yolun karşısındaki evde elma ağaçları vardı.
– Mesela o eve taşındığımızda aldığımız balıkları sudan çıkardığında öleceklerini biliyordun. O kapıdan çıktığında benim öleceğimi bildiğin gibi.
– Kapının ardında ne olduğunu merak ediyordum.
– Elbette ediyordun. Peki buna değdi mi?
Elma ağaçlarından bahsettiğinde burnuna elma kokusu gelmesini ummuştu. Elmaya bayıldığından değil ama şu böğürtlen kokusu bir an için kaybolsa, yani sadece kısa bir an için başka bir koku alabilse her şey planlandığı gibi gerçekleşecekti.
-Şu sakızı çıkartabilmen mümkün mü? Artık böğürtlen kokusuna katlanamıyorum.
– Burada oturmuş senin tarzında cümleleri tam da senin istediğin şekilde söylüyorum. Cümlenin bitmesini bekliyor, eskiden olduğu gibi bağırarak sözünü kesmiyorum. Tüm bunların olmasını sağlayabiliyorsan böğürtlen kokusunu da pekala engelleyebilirsin.
– Denemedim mi sanıyorsun?
Gökyüzü mor ile turuncunun savaşına son veriyor Aysel’in savaşının sonu bir türlü gelmiyor. Oturmaktan ve soğuktan uyuşmuş vücudunu zorlukla mermerden kaldırıyor. Yolun karşısındaki sokak lambaları sönüyor. Yerden tarçınlı su dolu bardağı alıyor. Bir yudum almak için kafasını bardağa eğiyor, mis gibi böğürtlen kokusunu şimdilik son kez içine çekiyor. Mutfaktaki yumurta tavasını suyla doldurup lavabonun içine bırakıyor.
Gözlerine batan göz kapaklarını ovuşturuyor. Yatağa girip Ömer ‘in sıcacık vücuduna buz kesmiş yüzünü bastırıyor.
-Terasta mıydın? Buz gibi olmuşsun.
– Evet. Çok güzeldi.
– Niye döndün o zaman?
– Böğürtlen kokusu bir türlü gitmedi.
– Yarın gece tekrar denersin güzelim. Şimdi dinlen biraz.
Şevval Erdoğan