İngiltere’de, Sembolik Sanat söz konusu olduğunda büyük eserler verilmiş olmasına karşın, pek çok kişi, sembolik olduğunu söylediğiniz herhangi bir sanat eseri karşısında burun kıvıracaktır. Bunun nedeni de aslında sembol ile alegoriyi karıştırıyor olmaları. Johnson’s Sözlüğü bile ikisi arasına net bir ayrım koymamış: Sembol için “kendinden başka bir şeyi temsil eden bir şekil” tanımını verirken, Alegori için “gerçek anlamlarından başka bir şeyi temsil etmeleri amaçlanan sözcüklerle ifade edilen mecazi bir söylem” diyor. Bir tek, daha modern bir başka Sözlük, her ne kadar mükemmel bir tanım olmasa da, Sembol için, “zihinsel bir şeyin, doğada var olan bir şeyin imgesini ya da özelliklerini barındıran bir gösterge ya da temsille ifade edilmesi” demiş, ki bu, Hermes’in Zümrüt Tabletler’inde geçen “Yerde olan şeyler ile gökte olan şeyler birdir” sözlerinden çok da uzak değil! İngiltere’de Alegori’nin Sembolizm’e üstün gelmesinin ve kendi çöküş sürecinde bile onu bastırabilmesinin başlıca nedeni ise, Periler Kraliçesi ve Hac Yolunda’ya[1] atfedilen büyük önemdir.
|
William Blake |
William Blake, bu ikisi arasında fark olduğunu vurgulayan belki de ilk moderndir. Geçenlerde, Paris’te bulunan Alman bir Semboliste portrem üzerinde çalışması için gittiğimde, durmadan Sembolizm’i ne kadar sevdiğini ve Alegori’den nasıl nefret ettiğini anlattı, ve yaptığı tanımlar, hakkında hiçbir şey bilmediği William Blake’inkilerle birebir örtüşüyordu. William Blake şöyle yazmıştı: “Hayal ya da imgelem” [bu sözcüklerle sembolizmi kastediyor] “gerçekten var olan ve mutlak olan bir şeyin ifadesidir. Hikâye ya da Alegori ise, Belleğin kızlarıdır.” Alman ressam da oldukça coşkulu ve kendinden emin konuşmasında, Sembolizm’in, başka türlü o kadar mükemmel ifade edilemeyecek şeyleri anlattığını ve anlaşılmak için doğru bir sezgiyi gerektirdiğini söylüyordu; Alegori’ye gelince, onun söylediğini başka türlü de pekâlâ –hatta daha iyi– ifade etmek mümkündü ve onu anlayabilmek için gereken şey, uygun bilgiydi. Biri dilsiz olana ses, bedensiz olana beden verirken, diğeri, işitilen veya görülen ve anlamından ziyade kendisi uğruna sevilen bir şeye, –daima kendi sesine veya bedenine sahip olmuş– bir anlam yüklüyordu.
William Blake, Adem ile Havva, Habil’in Cesedini Buluyor, 1825
Salt bir betimleme ve hikâye anlatımından ibaret olmayan her sanat eseri semboliktir; ve tıpkı Ortaçağ büyücülerinin hastaları için çeşitli renk ve şekillerde hazırladıkları, her gün ona bakıp tefekküre dalınmasını tavsiye ettikleri ve karmaşık renk ve şekillerinde İlahi Töz’den bir parça barındırdıkları için kutsal bir gizlilik içinde muhafaza edilmesini tembih ettikleri sembolik tılsımlar gibidir. Bir hikâyeye ya da bir portreye ait bir kişi ya da manzara, ancak, söz konusu portrenin ya da hikâyenin izin verdiği ölçüde ve onları bir portre ya da hikâye yapan bağları koparmadan insanda pek çok farklı duygu uyandırabilir. Öte yandan, bir kişiyi ya da manzarayı güdülerden ve eylemlerinden, nedenlerden ve sonuçlarından ve içinizdeki sevgi hariç diğer tüm bağlardan sıyırdığınız takdirde, gözlerinizin önünde değişecek ve sonsuz bir duygunun, mükemmele ermiş bir duygunun sembolüne, İlahi Töz’ün bir parçasına dönüşecektir; çünkü, içimizdeki sevgi her daim mükemmel olana yönelir ve düşlerimiz biz onları sevebilelim diye her şeyi mükemmelleştirir. Dindarlar ve hayalciler, keşişler ve rahibeler, şamanlar ve afyonkeşler, vecd anlarında çeşitli semboller görürler. Çünkü dindarlık ve hayalciliğin özünde mükemmellik ve ona ulaşma düşüncesi yatar; ve şayet mükemmellikten bahsedilecekse eğer, tüm zincirlerden kurtulmak gerekir ki bunu da ancak semboller yapabilir.
Günümüze baktığımızda ise, Wagner’in dramaları, Keats’in gazelleri, Blake’in resimleri ve şiirleri, Calvert’in resimleri, Rossetti’nin resimleri, Villiers De l’Isle Adam’ın oyunları, Bay Beardsley’nin ve Bay Ricketts’ın siyah-beyaz illüstrasyonları, Bay Shannon’un litografileri, Bay Whistler’ın resimleri, M. Maeterlinck’in oyunları ve Verlaine’ın şiiri, Hıristiyanlık’tan daha eski bir inancın parçası olan, kadim şifacıların ve müneccimlerin sembolizmini, Fra Angelico’ya lanetli görünen bedensel güzelliğin sembolizmini, gündüzün ve gecenin, kışın ve yazın, baharın ve güzün sembolizmini barındırmaları ve İlahi Aklın tüm öfkesini ve merhametini, uyanışını ve uykusunu, sevdasını ve arzusunu bağırlarına basarak sanatlarının konusu kılmaları bakımından, Giotto ve öğrencilerinin elinden çıkan dinsel sanattan son derece farklıdır. […]
Giotto, Son Akşam Yemeği, ykl. 1306
Şu da bir gerçek ki, her şairin ve ressamın içinde yöntemli bir mistik bulunur: Rossetti’nin geleneksel Sembolizm aşkı ya da Wagner’in kişisel Sembolizm tutkusu gibi. Ve böyle adamlar, sık sık esrime anları yaşar ya da gündüz düşleri görürler. Düşünceleri, Aşk’ın ta kendisi olan kadından, onun kız kardeşlerine ve hatta sırasıyla onun ilk atasına kadar uzanır ve zihnin önünde beliren güzellik öylesine yücedir ki, gözleriyle gördükleri her şeyi unuturlar. Yeni bir şafağın habercisi William Blake şöyle yazmıştı: “Şayet [resme bakan] seyirci, kendi hayal gücünde bu imgelerden birinin içine girebilse, hayallere kapılmış düşüncesinin ateşten arabasıyla onlara yaklaşabilse; şayet […] onu daima, bildiği fani şeylerden vazgeçmeye çağıran bu harikulade imgelerden birini kendine dost ve yoldaş edinebilse, işte o zaman mezarından dirilir, o zaman gökteki Tanrısına kavuşur, o zaman mutlu olurdu.” Yine Blake’ten: “Hayal gücünün dünyası, Sonsuzluğun dünyasıdır. O, fani bedenlerimiz yok olduktan sonra her birimizi bekleyen İlahi bir kucaklayıştır. Hayal gücünün dünyası sonsuz ve ezeli ebedidir; oysa oluşum ve gelişim sonlu ve geçicidir. Fani doğanın aynasından bize yansıyan her şeyin ezeli ebedi gerçekliği, işte orada, o ezeli ebedi dünyadadır.”
Her hayalci bilir ki, iradenin şekil veremeyeceği ya da değiştiremeyeceği, yine de istediği zaman çağırıp uzaklaştırabileceği hercai ve değişken bir dünya en nihayetinde gönül gözüne görünür olacaktır. Az önce gözlerimi kapadım ve yanımdan kör edici bir ışık içinde mavi cüppeleriyle bir grup insan hızla geçip gitti. Öyle ki, o şaşkınlık ânında bir tek cüppelerinin eteklerindeki küçük gül işlemeleri ve artlarında bir yerlerde tomurcuklanmış elma dallarını ancak görebildim ve aralarından birini, küt ve kıvırcık siyah sakalından çıkarabildim. Sık sık görüştüğüm biriydi; geçen yıl bir akşam ona bazı sorular sormuştum ve o da bana yanıt olarak o güne dek ne anlam ifade ettiklerini hiç bilmediğim bazı çiçekler ve değerli taşlar göstermişti; sembol ya da metaforlarla ifade edilemeyen hiçbir bilgiye gönül indirmeyecek kadar kemale ermiş bir ruh gibi görünmüştü bana.
O ve mavi cüppeli arkadaşları, ve onlar gibi olan diğerleri, “fani doğanın aynası”ndaki yansımalarından ibaret olduğumuz “ezeli ebedi gerçeklikler” miydi; yoksa yalnızca anlık bir düş mü? Bu soruya cevap vermek, taraf tutmaya değer olan ve belki de asla çözüme kavuşmayacak yegâne tartışmada bir taraf tutmayı gerektirir.
[1] Periler Kraliçesi (Faery Queene), Sir Edmund Spenser’ın 1590’da ilk yarısı yayınlanan, tamamlanmamış epik-alegorik şiirleri; Hac Yolunda: Bir Dünyadan Öteki Dünyaya (The Pilgrim’s Progress From This World to That Which is to Come) ise, John Bunyan’ın 1678 tarihli Hıristiyan-alegorik eseri – ç.n.
Çeviri: Nursu Örge
Kaynak: www.e-skop.com
Post Views: 4.076