Yine sızıp kalmışım. Saat sabahın altısı. Şezlonglardan sorumlu adam uyandırdı beni. Henüz güneş doğmamış, gece ile gündüzün arasındaki maviye bürünmüş gökyüzü.
Daha şezlongun üstünde yatardım da şezlonglardan sorumlu görevli fazla ciddiye alıyor işini. İki üç defa gelip uyardı beni. Bir de böyle tepemden baka baka konuşuyor.
“Hemşerim yasak. Yasak!”
Ne yapacağım? En iyisi bizim sokağa gideyim. Orada bir çay içer, bir tost yer kendime gelirim herhalde.
Hay Allah. Saati unuttum. Henüz kimse açmamış dükkanları. Kepenkli hepsi. İyi de ben ne yapacağım ya? Sabahın körü nereye gideceğim ben? Merkeze giden servislerin kalkmasına bir saat var daha.
Büşra’yı mı arasam? Sahi ya neden onu aramıyorum?
“Alo Büşra?”
“Bahadır?”
“Ya kusura bakma sabahın körü rahatsız ediyorum. Sokakta kaldım da…”
“Anahtarın yerini biliyorsun.”
Süper! Anahtar gene su sayacının altında. Girdim içeri. Büşra uykulu. Kahvaltı hazırlamış! Saat sabahın altı buçuğunda size kahvaltı hazırlayan birilerinin olması güzel. Dahası hiçbir düşünceye girmeden hesapsız kitapsız gidebileceğiniz bir yerin olması mükemmel. İki salam peynir yedim. Biraz da çay içtim.
“Uyumam lazım Büşra. Ben iyi değilim.”
“Odan hazır.”
“Teşekkür ederim. Gerçekten çok teşekkür ederim.”
“İş yerimde olacağım. Sen uyanmadan gelmiş olurum ama ben yokken uyanırsan dolaba bakıp karnını doyurabilirsin. Her şey var orada.”
Bir buse kondurdum Büşra’nın yanağına. Üst kata çıkıp uyudum.
Uyandığımda Büşra salondaydı. Yanına oturdum. Başımı omzuna koydum. Çok huzur doluydum hem de çok. Güvendeydim!
Fakat ertesi sabah her şey değişiverdi.
“Bak Bahadır,” dedi Büşra,
“Hiç kimse ölü bir insanla yaşamak istemez, anlıyor musun?”
Cevap vermiyordum.
“En iyisi unutmak Bahadır. Hayatına devam etmek. Çünkü yaşam bu. Kimse zamanda tıkılıp kalmıyor.”
Ve Büşra gitti. Ben de balkonlarında solmuş çiçekli binaları taşladım bir gece…
Taha Bostancı