Ustura – Ege Ündağ


Cadde boyunca yürüdüm. Bileklerimi kesecek uygun bir yer arıyordum. Önce bir ustura lazımdı. Sonra da tüm o anılar. Tüm sevdiklerim. Ailem, arkadaşlarım, eski sevgililerim… Ölümüme dair ufak da olsa bir burukluk veya sorumluluk hissedecek herkes ve onların cenazemdeki olası halleri bir film şeridi gibi caddeyi dolduran dükkanlarla birlikte akıyordu gözümün önümden. Bir şeylerin eşiğinde olduğumu hissediyordum. Önce bir ustura lazımdı.

Gördüğüm ilk berber dükkanına girdim. Kullanılmaktan iyice yıpranmış sapına eski püskü bir bez parçası sarılmış bir usturayı alıp tezgâha cebimden çıkan ilk parayı bırakarak çıktım. Hiçbir şey söylemeden. Günbatımını bekliyordum. Kafamda defalarca kurguladığım o an hep günbatımındaydı. Güneş denize birkaç saatlik mesafedeydi. Henüz vakit vardı. Eskiden pek sık gittiğim. Gittiğimiz. Şimdilerde ise uzun süredir cesaret edemediğim o mekana doğru yollandım. Nostalji tuzağına düşüp vazgeçmemek için aklıma art arda şarkılar getirip nakarat kısımlarını bitirmek için zorluyordum kendimi. Öyle bir hale geldi ki saçma sapan bir pop şarkısı söyleyeceğim diye kasılmaktan çizgi halini almış ağzım ve titreyen çenem, koşar adım ayaklarım ve berber dükkanından beri farkında olmadan elimde tuttuğum ustura ile kimlik kontrolü yapan polislerin arasına düştüğümü anlamam için epey bir zaman gerekti. Panikledim. Sanki hepsi bana bakıyor birbirlerine beni işaret ediyorlardı. Kulaklarımda bir uğultu duydum ve bayılacakmış gibi hissettim. Halbuki henüz önümdeki adamla ilgileniyorlardı ve benden sadece kimliğimi istemişlerdi. Büyük ihtimalle usturayı da görmemişlerdi ama dedim ya panikledim. Ve memurun, elinde önümdeki adamın kimliğiyle ileride duran arkadaşının yanına gitmesini fırsat bilerek kaçtım. Hiçbir şey düşünmeden. Hiçbir şey duymadan ve arkama bakmadan. Öylece koştum durdum ara sokaklarda. Nefesimin iyiden iyiye kesilmesiyle koşmayı bıraktım. Bir parktı burası. Caddeden uzak onca kıvrımlı ara sokağın ve iç içe geçmiş binaların arasında izbe bir park ve etrafta tek bir çocuk bile yoktu. Salıncağa oturdum. Göğsüm hararetle inip kalkıyordu. Salıncaktan inip kaydırağa uzandım. Bu kadardı. Biraz sonra bulacaklardı beni büyük ihtimalle. Derin solumalarım kesilince havada yoğun bir sidik ve köpek pisliği kokusu olduğunu fark ettim. İşte olmam gereken yer diye düşündüm. Parka alıcı gözlerle bir daha baktım ve onu özümsedim. Hayatımın kısa bir özetiydi bu pis kokulu ve hor kullanılmış çocuk parkı. Günbatımı eksikti. Neye yarar.

Usturayı büyük bir ritüel havasında çıkardım cebimden ve açtım. Havaya kaldırıp keskin kenarın güneşte parıldayışını seyrettim. İç kısımlarını hafif hareketlerle sanki bileyliyormuşçasına bileğime sürttüm durdum. Her seferinde birazcık daha bastırarak. Ve son seferde bir yanma hissettim. Kanı gördüm. İlkin biraz korktum ama ufak bir çizikti. Usturayı havaya kaldırıp kanlı haline tekrar baktım. Temizlemeden özenle göğsüme yerleştirdim. Tam bu sırada ara sokakların birinden yaşlı bir kadın çıkageldi. Ardında bir pazar arabasını çeke çeke parkın önünden geçiyordu. Ne bok yediğimi anlamaya çalışarak uzun uzun baktı bana. Utandım. Usturayı cebime saklayıp doğruldum. Sakin sakin havaya, sağa sola bakındım. Sanki öylesine oturmuş da dinleniyormuşum gibi. Hiç acele etmeden ağır ağır yürümeye devam etti. Bir gözü hala kuşkuyla beni süzüyordu. Ona bakmamama ve artık iyice uzaklaşmış olmasına rağmen gözlerini hala üzerimde hissediyordum. O anda bir ağırlık çöktü yüreğime. Boğazıma koca bir yumruk tıkanmışçasına ağlamaya başladım. İpimden kurtulmuşçasına ağlıyordum. Hıçkırıklarım binalarda yankılandı durdu. Biraz sonra sakinleştim. Fakat ağlamak içten içe o kadar iyi gelmişti ki deminki hezeyanı aklıma getirip getirip biraz daha ağlattım kendimi. Zavallılığımı düşündükçe ağlıyordum. Kendime acımak hoşuma gidiyor iki kolumu vücuduma dolayıp titreye titreye hıçkırıyordum. Bir süre sonra halim kalmadı. Kaydırağa tekrar uzandım. Son hıçkırıkların geçmesiyle uyuyakalmışım.

***

Uyandığımda gün son ışıklarıyla geceye teslim ediyordu yerini. Üşüdüğümü hissettim. Sırtım tutulmuştu. Kalkıp birkaç esneme hareketi yaptım. Bu sırada ustura ceket cebimden yere düştü. Üzerinde yer yer kurumuş kan lekesi vardı. Ve birden burada ne bok yediğim, yaşlı kadın, polislerden kaçışım, hıçkıra hıçkıra ağlamam… Her şey olanca hızıyla yeniden canlandı gözümde. Aynı ağırlığı hala duyumsasam da daha sakindim. Ağlamak ve uyumak iyi gelmişti. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi fark ettim. Ağlamanın da etkisiyle karnım gurulduyordu. Toparlandım ve parktan çıktım. Sokağı dönmeden hemen önce her detayını aklıma kazımak istercesine dönüp baktım izbe parka. Sonra ara sokaklardan caddeye çıkıp doğruca, polislerle karşılaşmadan önce gitmeye çalıştığım o mekana yollandım. Bileğim fena sızlıyordu. Yolda bir yara bandı alıp yaranın üstünü kapattım. Kan pıhtılaşmış, kurumuştu. Yine de gözüksün istemiyordum. Hiçbir yerde polis görmememe rağmen son derece temkinli ilerledim.

İçeri girince üzerime parktaki aynı ağırlığın tekrar çökmeye başladığını hissettim. Ama savaştım onunla ve doğruca tuvalete yönelip sıcak suyla elimi yüzümü sabunladım. Daha iyi hissedince aşağı indim ve sipariş verdim. Tanıdığım hiçbir çalışan yoktu. Hepsi yeniydi ve bana olanca güler yüzleriyle yabancılık çektirmeyi başardılar. Benim zamanımdan kalan kampanyalar da yoktu artık. Bir bira ve hamburger söyledim. Bol patatesli olsun diye de tembih ettim. Bol patates gelmese de hamburger hala güzeldi. Karnım doyup birayı da içince biraz daha iyi hissettim. Art arda güzel parçalar çalıyordu. Klasik Rock. İkinci birayı daha yavaş içtim. Param kısıtlıydı. İşim yoktu. Şehirdeki evimi kapatıp yıllar sonra ailemin yanına dönmüştüm. Buraya ait değildim. Oraya da ait değildim. Herhangi bir işe, bir amaca, bir kadına da ait hissetmiyordum kendimi. Hepsi yalan dolandı. Ama saygı istiyordum. Sevilmek istiyordum. Bir şey üretmek ve onunla övünmek. Ama ona da halim yoktu. İçimden gelmiyordu ya da henüz yeterince olgunlaşmamıştı aklımdakiler. Böyle şeyler zaman isterdi, demlenmek, süzülmek isterdi. Yaşım da otuza yaklaşıyordu. Tekrar canım sıkıldı. Bu küçük hesaplaşma tekrar canımı sıktı. Cebimdeki parayı saydım. Yüzotuzbeş lira. Dolmuş parasını ayırınca yüzotuz de düz hesap. Hepsiyle içmeye karar verdim. Mademki bugün neredeyse her şeyi nihayetine erdirecektim. Paranın ziyanı yoktu. Ve içtim. Sol elimle cebimdeki usturayla oynayarak içtim. Hiçbir şey düşünmemeye özen göstererek. Ve sadece müziğe eşlik ederek. Bazı parçalar gözümü doldurdu yine. Ama daha ileri gitmesine izin vermedim. Bugünlük ağlama kotamı doldurmuştum.

***

İyiden iyiye sarhoş olmuş bir vaziyette çıktım mekandan. Hesabı ödeyip son kez tuvalete gidişimde usturayı tam üç kez yere düşürmüştüm ceket cebimden. En sonunda pantolon cebime koymayı akıl ettim. Orada da rahat ettiremeyince nereden geldiyse çorabıma koymak geldi aklıma. Eski usul. Kabadayılar böyle yapardı. Bu olayı hangi filmde gördüğümü hatırlamaya çalışarak yürüdüm durdum. Arada yalpalıyor iki adımda bir de telefonumu çıkarıp saate bakıyordum. Dolmuşu kaçırmak en son isteyeceğim şeydi. Kestirme yola girip ana meydana çıktım. Başım önde ilerliyor parke taşların çizgilerine basmamaya çalışıyordum. Birden bir ses işittim. Önce uzaktan geliyor gibiydi. Ya da o sarhoşlukla ben tespit edemiyordum yerini. Sonra tam arkamdan bir elin omzuma dokunduğunu fark ettim. Bir polis memuru benimle konuşuyordu. O kadar panikledim ki deli gibi ceplerimi aranmaya başladım. Şansıma usturayı koyduğum yeri unutmuştum. Kimlik istedi. Titreyen ellerle verdikten sonra nihayet suratına bakma cesareti gösterdim. Gündüzkilerden farklı bir memur olduğunu anlayınca biraz olsun rahatladım. Paniğimi umursamamıştı. Bu saatte şehrin bu kısmı hep sarhoşlarla dolu olduğu için herhalde alışıktı bu gibi durumlara. Kimlik numaramı elindeki makineye arattıktan sonra bir şeyler söyledi ve ilerde duran ekip arabasına yürüdü. Geri dönene kadar orada öylece durdum. Zar zor durabildiğim için duvara yaslandım. Geri döndüğünde bana bir kağıt imzalattı ve kimliğimi teslim ederken yine bir şeyler söyledi. Kendimi dolmuşa atana kadar verdiği kağıda bakmadım.

***

Kağıtta askerlikte bakaya kaldığım yazıyordu. Tecilim bitmişti. Yol boyunca tekrar tekrar okudum kağıdı. Ve birden bir şimşek çaktı gözlerimde. Bir sis perdesi kalkmış da bulanık duran her şeyi netleştirmişti sanki. İşte bu dedim kendi kendime. İşte tutunmayı beklediğim dal bu. Bir süre için… Altı ay gibi koca bir süre için… Her lanet güne uyanıp o günle ne yapacağımı düşünmeyecektim. Belki de bir şeyler kendiliğinden oturacaktı yerli yerine. Bu kadar başıboşluk bu kadar özgürlük de iyi değildi belki. Köreltiyordu insanı. Tüm o dertlerden uzakta. Hayatının günlük akışından uzakta. Tanıdığın insanlardan uzakta. Endişelerden ve beklentilerden uzakta. Kendi kimliğinden uzakta. Hayattan çalınmış ve başkalarının kontrolüne bırakılmış bir altı ay. Alın. Alın sizin olsun. Ben onunla ne yapacağımı bilemiyorum zaten. Siz kullanın bu altı ayı. Benim söz hakkım olmasın bu altı ayda. Harika bir histi gerçekten. Tüm bu düşünceler ve parlamalarla indim dolmuştan. Bir planı olan insanlara özgü o yere dimdirek basan ve kendinden emin adımlarla ilerledim yolda. Sarhoşluğum geçmişti. Usturanın topuğumu rahatsız ettiğini duyumsadım. Onu durduğu yerden çıkartıp var gücümle fırlattım gecenin içine doğru. Düştüğü yerden sesini işittim. Sonra elimi ceketimin iç cebine sokup memurun verdiği kağıdı çıkardım. Bir kez daha okuyup sımsıkı kavrayarak evin yolunu tuttum.

SON


Ege Ündağ

13.11.2020


Görsel: Melancholy – Edward Munch

  • 0
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

“Merdiven Altı Yazar”

Yazarın Profili
Paylaş

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (2)

  1. Çok etkileyici bir öykü olmuş, içime dokundu adeta.

  2. Usturanın her hali..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir