Artakalanın Öyküsü – Kaan Beyoğlu





Mektubun elimden kayıp gitmesini izleyerek yaşadığım şoku yavaşça sindirmeye çalışıyorum. Şoka dışardan bakıyor, onu; ölü farenin bağırsaklarını inceleyen meraklı bir çocuk gibi arşınlıyor ve “Bayılacak mıyım?” diye düşünüyorum. Olasılıklar dengeli bir şekilde çoğalıyor. Hayır. Bayılmayacağım. Kaşlarımı çatıp başımı, karşımda sallanan bedene kaldırıyorum. Ağlayacak mıyım. Ağlamam gerektiğini düşünüyorum ama ağlamak istemiyorum, yani; kimse ağlamak istemez ama bazen ağlamak gerekir. Ağlamak; bu ve benzeri durumların en doğal sonucudur. Birçok şeyin sonucudur ağlamak. Midenden çıkar, tırnaklarını yemek boruna geçirerek yükselir, yükselir. Burnun kaşınır. Etrafındaki havanın vücuduna uyguladığı basıncı -özellikle göğüs kafesindeki- hissedersin ve eylem, ister sızıntı ister patlama şeklinde olsun, cereyan eder. İçimden ağlamak gelmiyor. Bedenin yarım saati aşkın bir süre geçmesine rağmen hala sallanmasından, kas seğirmelerinin devam ettiğini anlıyorum. Resmen trajikomedi. Vücut, kalp atmadan da yaşayabileceğini ispatlamaya çalışıyor. Ölümü reddederek, yok sayarak, olmayacak duaya Amin diyerek, beynin, çalıştığı son yedi dakikasında bilinçsizce verdiği kararlarla, işlemeye devam etme gayretine giriyor, saçmalıyor. Fazla uzun sürmeyeceğini biliyorum; gençliğimde kedimi uyutmak zorunda kalmıştım ve veteriner, ben başında ağlarken,  seğirmelerin yirmi dakika kadar devam edeceğini söylemişti. Kediler ve insanlar arasında, biyolojik olarak, en azından bu konuda, pek fark olmadığını düşünüyorum.

Onu bulduğumda sidiği topuğundan yere damlıyordu ve çoktan parkede geniş bir birikinti oluşturmuştu. Onu aşağı indirmeden evvel seğirmelerin sona ermesini bekliyorum. Olur da kucağımda seğirirse; ne kadar soğuk kanlı olursam olayım –ona dokunduğumda üşüyeceğim-, onu yere fırlatabilirim ve zaten oldukça zor bir durumda olan hafızama, unutulmazsa delirmeme yol açabilecek yepyeni bir sahne eklemiş olurum. Bir sigara daha yakıyorum. Duman havada asılı kalıyor. Kakasını yapıp yapmadığını merak ediyorum. Koku aksine ihtimal veremeyecek kadar keskin olsa da şortta bir kabarıklık veya kahverengi bir leke fark edilmiyor.

Açılmış beline, gamzelerine bakıyorum. Kurumuş ter cildini parlatmış. Bu mavi bluzunu pek sevmediğini sanırdım. Yalnızca bakkala giderken giyerdi. Bakkalı da sevmezdi ama yakınlarda sigara alabileceği başka bir yer yoktu. “O kirli sakallı lise mezunu, kaslarını geliştirmek için beyninden ödün vermiş, ne esnaflıktan ne hesaptan anlıyor!” derdi. Başka birçok şey söyledi yaşadığı yirmi altı yıl boyunca. Sırtının bir kısmı ve koltuk altları ıslanmış. Ağustos, ölmek için kötü bir ay, özellikle de onu bulan, benim için, ancak kendisinin umursadığını zannetmiyorum. “Şimdi çok uzaklarda olmalı. Yok olmuş bile olabilir” diye düşünüyorum. Her şeyi yanlış anladığıma dair bir sancı saplanıyor sol şakağıma. İnsan, sevmediği bir bluzla intihar eder mi hiç?

Ben odanın kapısından girdim. Mimar odanın camını kapının tam karşısına koymuş.  İlk gördüğüm şey; anlamlandıramadığım, bir modern sanata benzettiğim, kıçı kırık bir silüetti. Sonra gözlerim, maruz kaldığı ışığı hızla kontrol ederek odayı elinden geldiğince homojen bir şekilde aydınlattı. Yüzü cama dönüktü. Hala öyle. Söylemek istediğim; olduğum yere çöküp sırtımı eşiğe dayadığım ve hala yüzünü görmediğim. Tabii o olduğuna şüphem yok ama sanırım, o kadar da emin olmak istemiyorum. Başlarda seğirmenin onu döndüreceğini düşünmüştüm ama bu ihtimal artık olası değil. Belki salonun camlarını açarsam cereyan yapar ve bir şekilde yüzü yüzüme döner. Yüz yüze geliriz ve birimiz, içinde olduğumuz koşulları göz önünde bulundurursak muhtemelen ben: Sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum, der. Otuz iki derecelik rüzgarsız bir günde, bir ölüden size dönmesini beklemek şımartılmış bir dilekten çok daha fazlası, farkındayım.

Tabure bir şekilde oldukça ilerde. Başka bir intiharın parçası olabilecek kadar uzak ve eğreti duruyor. Her şeyden evvel pembe. Üstünde adının baş harfi yazıyor. Harfin altında şirin ve sarı bir gülen yüz var. Kendi ellerimle boyamıştım, geçen sene mi neydi. “Onu bu talihsiz kaderinden, bu bunaltıcı renginden kurtarmak, yepyeni bir kimliğe, herkes tarafından sevilecek bir nesneye dönüştürmek istiyorum.” demişti ve beni don-atlet nalbura yollamıştı. Döndüğümde çoktan bambaşka bir konuya odaklanmış, tabureyi ancak ve ancak benim kudretli ellerimden fışkıracak sanatın kurtarabileceğini söyleyerek tüm işi bana yıkmıştı. O tabure, şimdi, Bedenin neredeyse iki metre uzağına, sere serpe uzanmış, hiçbir suçu yokmuş gibi yüzüme sırıtıyor. Bir an, elime bir zımpara alıp, yavaş yavaş, derisini yüzer gibi, üstündeki tüm boyayı çıkardığımı hayal ediyorum. Tabure çığlık atarak can çekişiyor.

Başımı hafifçe sağa eğiyorum. Akşam güneşi yüzüme vuruyor. O, ortamızda keten bir perde gibi, atmosfer gibi duruyor. Gözlerim acıyınca tekrar gölgesine sığınıyorum. Önümde duran İntihar mektubuna bakıyorum. Hakkında düşünmek istiyorum ancak hiçbir cümleyi hatırlamıyorum. Kağıt ters düştüğünden; hafızamı tazelemek için gözlerimi kısıp da seçebileceğim bir kelime yok. Kağıda uzanacak gücüm olmasına var ama o kadar cesur olduğumu zannetmiyorum. Aklıma onlarca klişe doluşuyor.

Bu odaya perde taktırmayı her zaman reddetti. Piyano çalarken gözetleniyormuş hissinin ona ilham verdiğini söylerdi: “Birileri mutlaka beni izliyor. Alkışlayıp yuhalıyorlar. Ve beni sürekli, daha iyisini veya daha kötüsünü yapmam için teşvik ediyorlar. Burada bir perde olursa, önünde sonunda, içimde mahremiyet duygusu yeşerir, o zaman biterim” Karşı dairedeki ailenin bir haftadır tatilde olduğunu biliyorum. Olmasalardı muhtemelen durumu benden önce fark ederlerdi ve en azından; eve polisle aynı anda gelir, komşularımızın kollarına bayılırdım. Yine de küçük kızları bu manzarayla karşılaşmadığı için mutluyum. Gerçi tüm yaşlar, bu sahnenin karşısında küçük sayılır. “Gözlerimi asla affedemeyeceğim.”

Cam ardına kadar açık. Son anlarında temiz hava almak için mi açtı camı, yoksa cam sabahtan beri açık mıydı. Gece yağmur başladığında, “Odamın camı açık” deyip yataktan fırladığını, camı kapamaya gittiğini hatırlıyorum. Sabah kahvaltıdan sonra mı açtı. Belki biraz piyano çaldı. Belki de kararı kesinleşene kadar –yoksa günler haftalar önce mi planlamıştı- odaya girmedi ve ilmeği asmak için avizeyi sökerken camı açmaya karar verdi. Hiçbir önemi olmadığını biliyor, yine de dakikalarca bunu düşünüyorum.

Ellerine bakıyorum. Beklentileri olmadan, öylece duruyorlar. Hiçbir parmağı ötekine değmiyor. Tırnakları yer yer morarmaya başlamış ya da –muhtemelen- bana öyle geliyor. Ellerini ilk tuttuğum zamanki ürkekliğimi, aradan bunca yıl geçmesine rağmen, bunca yıldan sonra, tüm ayrıntısıyla anımsıyorum. İkimizin de ağzı rakı kokuyor ve kaçınılmaz olanı, o yaşlarda sıkça beklenen, bir türlü gelmeyen, kıyameti kucaklar gibi öpüşüyoruz. Arkamızdaki duvarda onlarca slogan yazıyor, huyum olmasına rağmen hiçbirini okumuyorum.  Oje sürmeden öldüğü için, onun adına üzülüyorum. Bir anda karar vermiş olmalı.

Taburenin dışında, odada yalnızca piyano ve notaların bulunduğu, yan yana dizilmiş ağızları her daim açık üç koli var. Geniş sayılacak bir yer olmasına rağmen piyano sağ köşeye olabildiğince sıkıştırılmış, sanki saklanmaya çalışılmış. Bu odaya bir kez olsun elinde bir kitap, bir kahve, su hatta sigarayla girdiğini görmedim. Bir insanın rahatça intihar edebileceği kusursuz bir in. Bunları bunca yılın üstüne düşünüyor olmam garip geliyor. Kendime yabancılaşıyorum. Bir an bedenimden çıkıp, kendi gözlerime dışardan bakacağıma dair bir korku duyuyorum. Gözlerimi yumuyorum. Beni, odanın herhangi bir ucundan izliyor ihtimali soluğumu hızlandırıyor. Arka arkaya yaktığım sigaraların izmaritlerini gelişi güzel yere fırlatarak, bu el değmemiş yere, anısına, hakaret ettiğimi düşünüyorum. Ama sonra nefesimi tutup göz kapaklarımı aralıyor, yerdeki sidiğe, devrilmiş tabureye ve camın önündeki avizeye bakıyor, rahatlıyorum.

Polisi aramayı sürekli erteliyorum. Önce tüm sigaralarımı içmek istiyorum. “Sonra evin içinde gezinip sigara paketini arayacak, ondaki tüm sigaraları da içeceğim” diye düşünüyorum. “Kim bilir, belki de koku beni kusturacak raddeye gelinceye kadar telefona uzanmayacağım” diyorum. Burnun aynı kokuyu arka arkaya üç kez duyumsadıktan sonra algılamaktan vazgeçtiğini okumuştum bir yerde. Ya da bunun gibi bir şeydi. Her şeyi abarttığımı söylerdi. Bana özendiğini, bu özelliğimle yaşadığım hayatı olduğundan çok daha şaşalı hatırlayacağımı söylerdi. Artık hiçbir şeyi abartmıyorum. Tekrar burnuma odaklanıyorum. “Eğer anımsadığım bu bilgi doğruysa; bir planım daha suya düşer. Eğer kendimi toparlayabilirsem; yaptığım en küçük planlara bile yüzme öğreteceğim.” Midemi bulandıran tek şey aklıma gelen bunun gibi aptalca kelime oyunları oluyor.

Édouard Levé’nin İntihar’ını düşünüyorum. Bir hafta evvel okuması için vermiştim. Dilinden ve ‘yazarlık’ başarısından etkilenmiş, ölümle ilgili kapsamlı bir aforizma kitabı olduğunu düşünmüştüm. Voltaire’ın veya Camus’nün çok daha üstünde bir aklın ürünü olduğunu söylemiştim. Mantıklı olan okumuş olması olsa da, onulmaz bir pişmanlıkla aklımı yememek için; geçiştirdiğini, en azından ertelediğini umuyorum. Geniş intihar mektubunda İntihar’dan bahsetmemiş olması –bunu kesinlikle hatırlardım, belki- umduğum şeye inanmama yardımcı oluyor.

Sanatla ilgilenen her insan gibi ölüme ilgi duyardı. Cenazeleri asla kaçırmazdı ve ağlamadığı tek bir ölüm haberi hatırlamıyorum: Komşunun köpeği, enkaz altındaki madenciler, adını duymadığı oyuncular, kalp krizi geçiren futbolcular, çöpe atılan bebekler, on yıldır görmediği arkadaşının ananesi… Duygularını fazla zorladığını düşünürdüm. Galonlarca hıçkırık ve gözyaşı dışardan samimiyetsiz görünürdü; yine de kendini inandırabiliyordu. Üzüntüyü bilerek ve isteyerek üzerine çekiyor, kanırtarak, yarattığı bu zorlama acıdan yararlanabildiği kadar yararlanıyor, ardından yüzünü yıkayıp odasına kapanıyor, günlerce beste yapıyordu.

“Keşke ölmeseydi” diye mırıldanasım geliyor. Kendi sesimden çekiniyor; fikrimi dışa vuramıyorum. Sonra kendime kızıp, kendime inat, gırtlağımı temizliyor ve ilk vaazını veren toy bir imam gibi, en tok sesimle konuşmaya başlıyorum: “Keşke birkaç ay daha bekleseydi, belki ben ölürdüm. Sürekli kan sıçıyorum ve doktorlar boka bulanmış boktan bir kolon kanserinden şüpheleniyor. Aslında yarın sabah bokumu bir kaba koyup laboratuvara götürmem gerekiyordu. Ped takıyorum. Sızıntıyı hissediyorum. Aybaşında bir kadın gibi huzursuzum. Taşaklarım kaşınıyor. Yarın sabah hastaneden aldığım ölüm kağıdını Mezarlıklar Müdürlüğü’ne filan götürmem gerekecek. Sonra cenaze aracına binip hastaneye dönecek, cesedin mezarlık morguna ya da camiye filan taşınmasını izleyeceğim. Bir sürü bok püsür imzalamam, cesedin yıkanmasını bekleyip başında dua ediyormuş gibi yaptıktan ve imamın; intihar etmiş bir kadının başında takınacağı meymenetsiz suratını çektikten sonra, gömülmesini sağlamam gerekecek. Çünkü ailesi kim bilir nerede, yaşadıklarından bile emin değilim. Huzurevinde çürüyen bir babadan bahsetmişti galiba. Ancak oldukça sarhoştu ve kelimeleri gözleriyle aynı yöne kayıyordu. Genel kanının aksine, insanlar sarhoşken de yalan söyler.” Kendimi yaş ortalamasının on altı olduğu bir şiir dinletisinin baş konuğu olarak düşlüyorum. Underground tişörtler giymiş kızlar bira içip her cümlemi ayrı alkışlıyorlar. Erkekler havalarını bozmamak için fazla tepki vermiyorlar ve kıskançlıkla bakıyorlar. Beni duyup duyamadığından şüphe ediyor; hangisini arzuladığıma karar veremiyorum. Art arda telaffuz ettiğim Ceset kelimesi kaburgalarımı zımparalıyor. Yakın gelecekte acılı bir ölümün tadına bakacağım ihtimali bu kadar yüksekken ve sevdiğim tek kadının cansız bedenini arkadan dikizlerken, cenaze işlerindeki angaryaları şiirsevici bir ergen nesline anlattığımı düşünüyor olmam yüzünden histerik bir kahkaha nöbeti geçiriyorum. Absürdizm ve realizm birbirine karışıyor.

Bacağımdaki karıncalanma kahkahamı yarıda kesiyor. Çırpınarak sızlayan baldırımı ovuşturuyor, bacaklarımı açıp kapayarak, antik bir kabilenin unutulmuş cenaze ritüelini uyguluyormuş gibi tepiniyorum. Bu sırada biraz sola kaydığımı fark ediyor ve başımı kaldırıyorum. Saçlarının arasından kulağını ve yüzünün neredeyse onda birini görüyorum. Yüzünün beyaza çalan mor rengi, her şey için geç kalmış olsam da kalp krizi geçirmek için hala vaktimin olduğunu söylüyor.

Son bir sigara içmeye karar veriyorum. Sonra bu sigarayı ayakta içmeye karar veriyorum. Yavaşça kalkıyorum. Bacağım tekrar sancımaya başlıyor. Eşiğe tutunup parmak uçlarımı sertçe yere vuruyorum. Bir yararı olmuyor. Sigaramı yakıyor, dumanı olabildiğince içimde tutuyorum. Yüzünün bir parçasını daha aydınlatmak uğruna sola doğru yumuşak bir tavşan adımı atıyorum. Düşündüğümden çok daha kötü görünüyor. Birden deli kuvvetiyle sigarayı fırlatıp ona doğru koşuyorum. Tam onu kucaklayıp kaldıracak, bir şekilde onu ipten kurtaracak çareler düşünecekken, yerdeki sidiğe basıp kayıyor, birikintinin tam ortasına düşüyorum. Film kopuyor. Çığlık çığlığa ağlamaya, yumruklarımı yere vurmaya başlıyorum, üstüm başım dışkıdan ıslak, yüzüme defalarca çişini sıçratıyorum. Sonra tüm vücudum kasılıyor, birikintinin üstüne tekrar tekrar kusuyorum. Kalkarken boynum ayağına çarpıyor. Soğuğun tüm vücuduma yayıldığını duyumsuyorum. Tekrar sallanmaya başlıyor. Geri geri çığlık çığlığa uzaklaşıyorum. Gerginleşen halatın gürültüsü dayanılmaz bir hal alıyor. Kapı eşiğine sırtımı çarpıyor, acıdan inleyip koridora düşüyorum. Acı, beni bir an için kendime getiriyor. Cebimden telefonu çıkarıp, yerde yatar vaziyette -sağ dirseğim de sancımaya başlıyor- polisi arıyorum. Kadın sorunumu öğrenmeye çalışınca tekrar ağlamaya başlıyorum. Bana adresi soruyor. Bir ekip göndereceğini söylüyor. Adresi istiyor. Adresi. Hatırlamıyorum.




                                                          Kaan Beyoğlu




  • 0
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım

Merdiven Altı İnsan Kaynakları Müdürlüğü Konuk Yazar Bürosu

Yazarın Profili
Paylaş

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir